BİR SEVDA MASALI
Karnı aç olmasına rağmen ve fakat etrafındaki daha çok görsel muhteşemliği ön plana çıkarılmış ama her biri de ayrı lezzette yemeklerin hiç birinde değildi yine de gözü... O, aklında gizli ve farklı anlamlara hapsolmuş bir soruya cevaplar arıyordu aslında? Bu ruh hali içinde içini kemiren bir kuşkuya da belki o an son vererek şu soruyu sordu kendi kendine;
- Bir daha da göremeyeceğim seni galiba? Oysa her şey henüz daha hiç başlamadan… Buraya kadarmış.
Ardından bu düşüncelerin verdiği kırgınlık ve bir çeşit isteksizlikle de önü sıra dizili duran yemeklere doğru yöneldi. Zaten bunları düşünürken koca salonun orta yerinde süresini bilmediği kadar elinde boş ve büyük bir yemek tabağıyla beklemişti bir zaman içinde. Bu garip durum orada bulunan insanlarında gözünden kaçmamıştı bekli de? Belki de hemen herkes “Bu adam ne yapıyor böyle, orta yerde, elinde bir boş tabakla?” bile demişti.
Her zaman için kendine güvenir bir yapısı vardı gerçi onun... Çok takmadı bu aksi durumu. Utanmadı ama etrafına şöyle bir bakınmayı da ihmal etmedi Halil o anlarda. Sonra gerisin geriye dönüp yürüdü ağır ağır.
***
Sevda, odasından yemeğe inmek için son hazırlıklarını yapıyordu. Çok alımlı ve özenerek seçilmiş siyah giysilere bürümüştü kendisini. Saçlarını aynanın karşısında son bir kez daha kontrol etti. Takmayı unuttuğu ama giysilerini tamamlayacak bir kolyeyi de son anda hatırlayıp yine aynanın karşısında onu boğazına taktı. Eline alacağı küçük çantasına yönelmişti ki, aklından geçen şu cümleyi sanki yanında ikinci bir kişi olsa duyacakmış kadar sesli söylendi;
- Kimsin sen yaa?... Ne kadar çok zihnimi meşgul ettin iki gündür? Gittin mi yoksa hala buralarda mısın?
Odasının kapısını kapatıp asansöre bindiğinde bile aklında bu soru vardı Sevda’nın. Yemek yiyeceği restoran katına geldiğinde, sakin adımlarla yavaş yavaş yürüdü oraya doğru.
***
Tam iki gün önceydi. İlk olarak yine bu büyük salonda yemek yerlerken karşılaşmışlardı. Hani bazen olmayacak, ya da hiç hayal edemediğiniz bir şey aniden olur ve çok hızlı gelir de girer ya dünyanıza?... Düzeninizi yıkar, yerle yeksan eder sizi?... İşte aynen böylesi bir durumu vardı, bu iki genç insanında ruh dünyasında da.
Sevda otuz yedi yaşındaydı. Hiç evlenmemişti, bekardı. Kendisini, uzun yıllardır kanser tedavisi görmekte olan annesine ve iyi bir üniversitede eğitim alan erkek kardeşine adamıştı. Bütün dünyası onlardan ibaretti. Babasını henüz çok küçük yaşlarda kaybettiğinden olacak, onun yerine hiçbir erkeği koyamamıştı belki de. Çevresinde onu ciddi manada çok beğenen ve onunla izdivaç yapmak isteyen çok insan olmasına rağmen gelen teklifleri her defasında da kibarca reddetmişti. Devletin bir kurumunda çalışıyordu. İyi ve saygın bir işi ve onu hayata bağlayan bir ailesi vardı. Orta boyunu, beline kadar uzanan simsiyah saçları normalden biraz daha uzun gösteriyordu. Şaşılacak derecede esmer bir ten kapatıyordu bir de, o çok şekilli ve yuvarlak yüzünden aşağıya doğru bütün bedenini. Gözleri de simsiyahtı. Ve bu güzeller güzeli çehreye her zaman için çekici ama kırgın bakışlar saçan gözleri, iki iri siyah zeytin tanesine nazire edercesine apayrı bir hava katıyordu ona. İnce ve narin elleri, o her an yüzünün bir bölümüne gelmeye hazır gür saçlarını başının bir yanına doğru her atışında zarifliğini ve güzelliğini şık bir zarafet düzeni içinde sürekli belli ediyordu.
Onun bu güzelliği taliplerinin de her zaman için olmasına yol açmıştı. Yaşadığı şehrin ileri gelen ailelerinden çok zengin biri de talip olmuştu hatta ona en son. Bu zamana kadar geri çevirdiği teklifler, kabul etmediği insanlar o kadar çoktu ki?... Yalnız bu sefer durum daha öncekiler gibi değildi. Arada bu kez annesi vardı ve gelen “son emir” büyük yerdendi. Sevda, annesinin sağlık sorunları bu haldeyken evlilik düşüncesini çok zamanlardır kafasından silip atmış gibi dursa da, yinede ona can veren, onu doğuran, bakan büyüten canının yarısı annesinin şu sözlerine de şimdilerde hak vermemiş değildi;
- Kızım evlen artık… Bak bu yaşına kadar hayatını bize adadın. Bize bir evladın yapması gereken her hizmeti yaptın. Kardeşine ana-baba, bana da çok iyi bir yaren oldun. Hem bak, bu sene onun da okulu bitiyor? Bense daha ölmedim! Senin mürüvvetini görmeden buna pek de niyetim yok! Al o son talibini. Kur yuvanı. Mutluluğu bu evde en çok sen hak ettin çünkü.
Sevda işte bu can alıcı sözlerden sonra karar vermişti; yalnız başına çıkacağı, uzaklardaki bu tatile. Zihninde cevap bulması gereken soruları aklıselimle ve sakin kafayla cevaplamak istiyordu o artık. Kimselerin kendisini tanımadığı bir tatil beldesinde düşünüp taşınacak, kararını da ona göre verecekti.
Onu ilk bakışta çok farklı kılan, çok değişik bir özelliği daha vardı Sevda'nın. Görünüş itibarıyla bir Türk’ten çok Ortadoğulu bir turisti ya da daha farklı bir tahminle Afrikalı bir kadını çağrıştırıyordu daha çok, normalden çok fazla esmer olan ten rengi ile.
Zaten Halil’in de en çok takıldığı ve cevap bulamadığı bir durumu açıklıyordu sanki bu durum. “Acaba nereli bu esmer kadın?”
“Belki de Türkiye’ye yalnız başına gelmeyi tercih etmiş bir Amerikalıdır?” diye bile düşünmüştü, bu sorulara karşılık olarak. Kim bilir, belki Mısır’lı, belki Tunuslu, belki Cezayirli?...
Gerçi gözleri bir menekşe renginde olsa, tıpkı şarkılardaki gibi “Gözleri Cezayir Menekşesi” bir Cezayirli diyebilirdi belki ona? Ama öyle değildi bu zenci afetin gözleri. Aksine bir zeytin tanesini aratmayacak kadar da simsiyahtı… “Bizim yakın çevremizden, İranlı ya da Arap falan olabilir mi?” diye düşündü Halil… Ona “Türk” demeyi düşünemedi bir tek sadece? Bu, belki de hayatının en güzel yanılgılarından biri olacaktı oysa az sonra.
***
Asansörün kapısı açıldığında; içinden, siyahlara bürünmüş, sanki peri masallarındaki o uzak Acem ülkesinin esmer güzeli bir kadın çıktı... Elinde tuttuğu çok küçük siyah el çantasına, cep telefonunu yürürken koyup, yerleştirdi. Yavaş ama zarif adımlarla da gidip, açık büfe yemeklerin bulunduğu tarafa doğru yöneldi. Bir büyük boş tabak aldı, boşta kalan diğer eline. İlk uğradığı yemek standından çok küçük porsiyon bir şeyler alarak aynı düz hat üzerinde birkaç adım daha attı. Sonra durdu. Gayriihtiyari ve çokta fark etmemişti ki, önünde uzun boylu bir adam duruyordu o an orada... O kişinin arkasında durdu ve sırasını bekledi.
Aynı an içinde Halil, tam da tabağına istediği türden bir şeyler koymak üzereydi ki, arkasında siyah elbiseli bir bayanın olduğunu göz ucuyla gördü. Onun yüzüne bakmadan ve o her zamanki centilmen tavrıyla da sadece hafifçe yana çekilerek boştaki eliyle jestini kullandı... İşte ne olduysa o anda oldu!
Aman Allahım!... Bu gözler? Evet bu gözler?... Bu saçlar, bu bakışlar?... Onu iki gündür deliye çeviren o muazzam güzel çehre?... Yanında duran her şey, ama her şey o kadına aitti.
Ne diyecekti şimdi Halil?... Ne yapacaktı birden bire.
Normalde çok sakin yapıda bir insan olmasına rağmen yüreğini, elindeki o boş tabakta hisseti sanki o anda. Dünyanın hangi lisanında konuşurdu ki bu kadın? Bilinmez. Şimdi ona nasıl hitap edecekti ki, tanışmayı çok istediği çarpan yüreğinin henüz bir emir veremediği dili?
Hiçbir şey yapmadı Halil. Öylece kalakaldı... Biraz anlamlı, biraz anlamsız olan bu durumun geçmesini öylece beklerken de, esmerce güzel bozdu bu sessizliği;
- Beyefendi, sıra sizin... Lütfen alın alacağınız yemeği, beklerim ben.
"Sevdayı, aşkı, sevdalığı yaratan bütün o büyük güç?... Yanımda mısın bugün Allah'ım?" Dedi Halil o an içinden... Sonra bu kısa süreli şoktan kendisini koparıp ayırırcasına; “ Lütfen!... Biz de bayanlar her zaman önceliklidir. Siz buyurun.”
Cümlesi çıktı bir anda ağzından, hiç düşünmeden… Sevda, öne geçip boş olan tabağına birkaç kaşık yemek koyuyordu ki; göz ucuyla da takip etti Halil’i, “Acaba, gitti mi? Halen yanımda mı?” diye… Bu durumu mutlulukla izledi-gördü Halil.
Belki de yazılan bir yazgıya, avuçlarının içine kadar gelmiş olan bu imkana hiç itiraz etmeden fakat çok kibar ve nazik bir cümle eşliğinde, güzel kadının baş hizasına doğru hafifçe eğilip, o anda da dedi diyeceğini?... Sanki sesinde, “Ne olursun kırma, sana hayran bu yüreği?” tonu vardı;
- İki gündür bakışıyoruz... Birbirimizden hiç kaçırmadık gözlerimizi. Artık tanışalım mı?
Gözleri, ilk kez bu kadar yakın mesafeden ve bu kadar karşılıklı bakıyordu şimdi her ikisinin de. Her ikisi de “Allah’ım bu sahne hiç bitmesin!” der gibi bakıyorlardı aslında, o anlar içinde bir birlerine. Halil, biraz da deli dolu olan yüreğine yakışan bir ufak delilik daha yaptı bu dakika içinde, gönlünce... Hemen yan tarafında duran ve yemeklere görsel bir hava katsın diye tatlıların üzerine yerleştirilmiş çiçeğe benzer bir süsü aldı yerinden. Yanındaki güzel kadının çoğu yeri boş olan tabağına da kibarca bıraktı onu. Sonra yine o konuştu;
- Bu da size, ilk çiçeğim olsun! Bir sonraki söz, bundan daha güzel olacak.
Hayatın içinde, hani bazı anlar vardır ya; karşınızdaki insanın yaptığı anlık, bir küçük hareket size dünyaları anlatır? İşte bu jestte biraz öyle oldu. Yüreğinin duygularını sanki açığa vururmuşçasına içten bir gülümseme aldı yüzünü güzel kadının. Birer inciyi andıran dişlerinin süslediği ağız dolusu fakat çok kibar ve asil bir gülüşle de kısacık bir cevap verdi Halil’e;
- Peki... Öyle olsun.
Bu dünyada açmış ya da açacak ne kadar çiçek ve başka nerelerde varsa o en güzel dünyalar, Halil’in oldu işte o anlarda sanki? Birdenbire, alelacele ve sanki bir teselliymişçesine iki gündür gönül dünyasına giren bu güzel gözler, artık bir adım mesafeden de ona bakar olmuştu çünkü? En yakınlardaki masaların birisine beraberce oturdular. Çok kısa fakat değerine paha biçilmeyecek o ilk dakikalardan sonra da hemen hiç bir şey yemeden de beraberce kalktılar masadan. İnsanların bu kadar çok kalabalık olduğu bu ortamdan uzaklaşıp, birbirlerini daha yakın tanımalarına fırsat verecek bir başka yerde oturmayı teklif etti kibarca Halil… Kabul edildi bu teklif.
***
Şimdi otelden ve o kalabalıktan uzak, sakin ve çok güzel başka bir mekandalar… Güzel bir masa, güzel bir gün ve güzel iki insan karşılıklı oturur vaziyette.
Gözler sevdalığın mıknatısıdır, sevdaya düşenler için... Onlar, gözlerini hiç ayıramadılar birbirlerinden.
Arada bir kimi zaman beyaz masa örtüsüne, kimi zaman bir bardağa, kimi zamanda ellerde kollarda takılı bulunan takılara kaçamak kayan ama geçen bu anlık zamanların bile beklide bir kayıp, zayi sayıldığı anlardan biriydi... Kısa bir sessizlikten sonra Sevda bozdu bu durumu... Cevabından korkar, fakat içinde tutmaması gereken bir soruyu sordu birdenbire;
- Evli misin Halil?... Parmağında bir alyans var senin?
Halil, bir zaman sonra bu soruyu bu güzel dudaklardan duyacağını zaten adı gibi biliyordu. Hazırlıklıydı bu soruya. Ama yinede her şeye rağmen cevap vermeden önce, az önce bakmaya doyamadığı o güzel gözlerden gözlerini kaçırma ihtiyacı hissetti. Başını çok ağır ama çok manalı bir şekilde beyaz masa örtüsüne eğdi. Bu ana anlam yüklemek isteyen herhangi biri, o an için yaşanan bu durumun bir suçluluk hali mi, yoksa bilinmez bir acının en zor saklanma çabası mı olduğuna karar veremezdi. Sevda’da beceremedi bunu. Sustu… Bekledi.
“Bir zamanlar evliydim…” Diyebildi Halil, boğazına düğümlenen bir acının, o an konuşmasına müsaade etmeyecek sıkıntısının yüzüne vurmuş haliyle... Bu kısa cümle, sanki onun için çok zor ama çok da değerliymiş gibi de devam etti;
- Bir zamanlar evliydim.
Nedendi, üzerine basa basa yapılan bu yürek burkan bir tavırla anılan bu tekrar? Niçindi?.. Yoksa bu kadar üzüntüye sebep durumun içinde bir ölüm, geri gelmez bir kayıp mı vardı?
Hayatın akışı insanoğlu için her daim ve sürekli çok pırıltılı ve en güzel ışıklar içinde değildir. Biz buna en kısa açıklamasıyla “kader” deriz… Halil susmadı sonrasında. Anlattı anlattı durdu. Kısa hayatını, belki kısa ama hakikaten de insanın içine, yüreğine işleyen acılarla dolu yakın yıllarından bahsetti Sevda’sına. Her iki çift gözde buğulandı o dakikalar içinde. Her iki yürekte karşılıklı acıdı. Gerçi Halil alışkındı bu duruma. Ama Sevda, bu yakışıklı ve gönül gözünün açık olduğu her halinden belli olan çekici adama ilk defa acıdı.
***
...
Karadeniz’in bir kartal başını andırır, sisli dumanlı dağlarının çevrelediği o yemyeşil ormanların ve fındık bahçelerinin içindeki bir köyde davullar çalıyordu... Masmavi ama hırçın Karadeniz aşağılarda, karşılardaydı. Düğün yemekleri, içki sofraları kurulu olan upuzun masalara dağıtılmış, geniş ve büyükçe fındık harmanı uzak yakın yerlerden gelen davetlilerle dolup taşmıştı. Yörenin geleneği gereği böylesi zamanlarda insanlarının bir nevi namı olan atılan silahlarsa ardı ardına patlıyordu. Giresun’un bir sahil ilçesinin, Tirebolu’nun köklü sülalelerinden, yerel ağızla da o yörenin Zadelerinden olan fındık tüccarı bir ailenin oğlu Halil, yine buraların çok bilinip tanınan eski ailelerinden birinin kızı Nur’la evleniyordu.
Biri çok mu çok güzel, diğeri yakışıklı mı yakışıklı bu iki insan; birbirlerini daha henüz gençken sevmişlerdi... Aradan geçen yıllar ve üniversite hayatlarından sonra da dönmüş dolaşmış, yine memleketlerinde buluşmuşlardı. Buralarda hemen herkes bilirdi, sevdaları ayyuka çıkmış fakat işte bugüne kadar kavuşulmamış bu aşkı. Her iki genç de, çok sevilen ve üstün insani özellikleriyle etraflarında gerçekten iz bırakanlar sınıfındandı. Halil, babasıyla birlikte çalışıyor ve fındık ticareti yapıyordu. Çok iyi bir üniversite eğitimi almasına, yüksek öğrenimini Amerika’da bitirmesine rağmen o her zamanki mütevazı ve asil yanını hiç bırakmadan yine doğduğu topraklara geri dönüp kendi insanı içinde yaşamayı tercih etmişti. O, bu topraklarda mutluydu. Gerçek mesleği olan elektronik mühendisliğinin aslında kendisine çok daha başka ve çok daha büyük ufuklar açacağını bilse bile, şimdi yapılan bu düğünün gelinini, canından çok sevdiği Nur’unu yani kendi insanlarını tercih etmişti.
Nur’sa bir eczacıydı. Kendi işyerinde, insanların dertlerine elinden geldiğince yardımcı olan ve çok sevilen bir insandı ilçede. O güzel ve masum yüzünü, sürekli ama sanki bir insanda hiç bitmeyecekmiş hissi uyandıran güleç bir duruş süslerdi daima. O da, Halil’i çok sevmişti. Ama işte “her sabrın bir meyvesi olurmuş” sözüne nazire yaparcasına bugün kavuşmuştu o güzel güne. Köyde o gün yapılan davullu zurnalı kır düğününün ardından, yarın gece Giresun'da bir otelin havuz başında tamamlanacak nikah ve düğün merasimlerinden sonra artık kavuşacaklardı.
Bu rüya gibi ve aslında bir peri masalını anlatan günler yaşandı bir zamanlar bu güzel topraklarda... Telli-duvaklı çok güzel bir gelin, güzeller güzeli Nur ve genç kızların her zaman için yüreklerini hoplatan yakışıklı Halil evlendiler, dillere destan bu düğünün ardından… Adının "mutluluk" olduğunu düşündükleri bir gemiye bindiler o zamanlar adeta. Sonsuza açıldıklarını sandıkları ama kaderin onlara neler bahşedeceğini hiç mi hiç bilemedikleri bir gemiydi belki de bu bindikleri. Mutluluklarını taçlandıracak ve o güzelim evlerinin sesi, nefesi olacak ilk bebeklerinin artık anne karnında olan varlığının haberini de verdi bir zaman sonra onlara, güzeller güzeli Nur… Bir mutluluk yumağı içinde geçti, bir zaman daha aylar… Fakat o gece? Ah! O yaşanmaz olası o kötü gece?
Gül yüzlü bir anneyi, yüzünü henüz daha hiç görmediği yavrusundan; kalbi her zaman için iyilik ve güzellikten yana çarpan, güzel yürekli bir babayı da, hem yüreğinin yarısı eşinden ve hem de canının diğer parçası yavrusundan ayıran o olmaz olası gece!
Doğum sancılarının bir gece yarısı vurup ta; hem gözlerinin nuru Nur’unu, hem de daha henüz adı bile konulmamış minicik yavrusunu elinden alan o gece?..
***
…
Karşılıklı oturdukları masanın sakız rengi beyaz örtüsüne, karşılıklı birkaç damla yaş düştü o dakikalarda iki genç insandan da… Halil ağlamanın çok insani bir davranış olduğunu bilir, bunu yaptığı zamanlarda da kimselerden utanmazdı. Yine öyle yaptı. Utanmadı. Fakat bu acıklı hikayeyle onun karşısında oturan bir yürek daha baş edemedi... Sevda’da saklayamadı gözyaşlarını.
Artık Halil’in hayatının bir parçası olmuş ve zihninin anlam veremediği girdaplarında sürekli dönüp dolaşarak tekrarlanan fakat dünyanın sonuna kadar da hiç bir zaman cevabı olmayacak, sessiz ve içten geçen “neden?” sorusuna belki Sevda’da ortak oldu o anlarda… Sonrası, derin ve yavan bir sessizlikle birlikte.
Halil, çok uzun bir zamandan sonra beklide bir insana ve hele ki bir kadına bu kadar yürekten açılmıştı. Müsaade alarak kalktı gitti masadan. Biraz sonra da elini yüzünü yıkayıp bu baş edilmesi zor anlara artık bir son vermek istercesine bir tavırla da, çok hafif güleç bir ifadeyle ama hiç konuşmadan geri geldi, oturdu.
Az önceki bu küçük ayrılığın neden olduğu sürede yalnız kalan Sevda’nın aklındansa şunlar geçiyordu;
- Bu güne kadar bunu ciddi olarak hiç düşünmedim. Ama evlen benimle Halil?... Yaralarımızı belki sırt sırta verip ikimiz birlikte sararız.
- Allah’ım... Bu gün senin bana verdiğin bir güzel hediye mi bu yoksa?
-Çok yakışıklı. Çok hassas… Ama bir o kadar da sert duruyor kimi-bazı zamanlarda?
-Beni beğeniyor!... Göz süzüşlerindeki o anlatılmaz ifadeleri yakaladım çok kez?
-Peki ya ben?... Ben belki, ondan da çok?
-Ben de onu çok beğendim… Bunu söylemeli miyim acaba ona?
-Sevdim seni Halil!... Galiba; "seviyorum seni."
-Yok… Bence daha “ağır” olmalısın?... Bırak bunu ilk, o söylesin!
İşte tam o anlardı… O masadan gittiğinden beridir Sevda’nın zihninde halendir sürüp giden bu konuşmalara, Halil koydu noktayı…
Kısık, biraz çekinden, biraz da verilecek olan cevaptan korkarmış hissi veren bir tonla;
-Kaç gün daha buralardasın Sevda?... Ne zaman döneceksin?
Diyebildi.
“Seninle sonsuza kadar Halil?… Burada seninle sonsuza kadar!” diyebilmeyi o an o kadar çok istedi ki o an Sevda?… Ama diyemedi bunu. Yaşadığı bu fırtınanın içinden sağ salim ve güneşli güzel günlere çıkmak istiyordu o sadece. Yeni; görüp-yaşadığı kadarıyla da gönlü bir engin deniz, ama acılarla yoğrulmuş, ama bir o kadar da deniz-derya bir yüreğe doğru kayıyordu sanki artık gönlü... Bunu hissedebiliyordu artık. Hem de ta, en derinlerinde. Cevabının kapısı; yepyeni ve dünya kadar yeni soruya aralanacak türdendi;
- Bilmiyorum Halil, bilmiyorum?... Buralara gelirken kendimi toplarım, toparlanırım sanıyordum?... Ama şimdi görüyorum ki; yüreğimle baş edemeyecek hallere düşürecekmiş meğerse buralar beni.
Bu cevap derin bir sessizliğe sebep oldu her nedense? Ama yine de az öncenin o kasvetli ve can yakan anlarından biraz uzaklaşmış gibi görünmeye çalıştılar birbirlerine her ikisi de. Ardından çok içten, yürekten ve onları her kim görse görenlerin hayranlık duyacakları sonsuz bir sevgiyle yine tekrar, en baştan yeniden baktılar birbirlerine, uzun uzadıya… Sevda utandı biraz. Göz süzüşlerindeki o çok imalı ifadeyle de gülümsedi fakat kalbini fetheden bu güzel insana. Halil ellerini uzattı; bir büyük sevdanın sahibi olması gereken ama her ne hikmetse hep yalnız kalan narin ellere... Güzel bir masanın üzerinde iki güzel el buluştu o an; titrek, ürkek ama gönüllerinden akan sevginin gücüyle yüklü…Fakat Halil hiç beklenmedik bir şey yaptı o anlarda… Çok severek taktığı ve tamamı hediye olan ince ve uzun güzel parmaklarını süsleyen yüzüklerinin içinden birisini, sol el yüzük parmağındaki nişan alyansını usulca çıkardı. Ve masadaki bir eli o an avucunun altında olan Sevda’nın avucunu tutup ters çevirerek ve fakat o yüzüğü yine aynı elin içine koyup, onu tekrardan bir yumruk olacak hale getirip kapatarak da;
- Al bu yüzük sende kalsın bundan gayrı büyük Sevda’m…
Dedi. Ve devam etti yarıda ve havada asılı kalmış gibi duran sözüne;
- Sen de kalsın ki; ya bir büyük sevdayı sen gel al bu ellerden? Ya da bir büyük sevdayı, sen ver artık ellerime?... Karar senin?... Yalnız kalmış gönlüme, artık” bir dur!” diyen peri kızı.
O anlardı… Hiçbir cümle kurup, bir yanıtta veremedi bu sözlere güzel kadın. Sadece düşündü?
Allak bullak olmuş bir ruh haliyle nasıl ve nereden tutulduğunu bilmediği bir büyük fırtınanın gelgitleriyle ama garip de bir tevekkül, bir de mütevekkil şükür halleriyle o an “el açıp göstermediği” ellerini sanki göklere açmış gibi ama içinden;
- Allah’ım sınıyor musun beni?... Ne olursun Allah’ım, ne olursun? Mutluluğu en çok hak eden ve şimdi şu masada elleri kavuşmuş olan bu insanların yanında ol!... Bize doğru olanı göster Allah’ım!
***
(Devam Edecek) Murat Akyol