GİRESUN KALESİ & KIBLE

Şu dünya yüzünde, (bu yabancı kelimeyi asla kullanmak istemezdim ama) mailine (meil) olarak "delilik haberleri" gelen tek kişi benimdir sanırım... Sağ olsunlar var olsunlar, Allah yokluklarını bana göstermesin onların; kimi güzel insanlar sürekli olarak ve mütemadiyen uzak-yakın yerlerden bana bu deli-dembelek haberler ve olayları geçerler Giresun hakkında... Aslında siz sanırsınız ki, Murat, Giresun namına yazdıklarını sırf kendi bulur, ya da kurgular... Hayır efendim, kazın ayağı öyle değildir aslında... Yazılan bunca hadisenin içerisinde tabi ki birebir kendi yaşadıklarım vardır, bu olaylar çoğunluktadır ama o olayı bizzat şayet ben yaşamamışsam başka başka haber kaynaklarım da mutlak mevcuttur... Bunlar, işin içinde internette dahil olmak üzere çeşitli diyaloglar, yüz yüze görüşmeler, esnaf ziyaretleri, eş dost buluşmaları, akşam gezmeleri-sofra muhabbetleri ana başlıkları altında vuku bulur, öyle vücuda gelirler.

Bu kaynaklar yakın aile efradından tutun da, samimi dost ve arkadaşlarıma, büyük-küçüklerime, uzak memleketlerdeki değerli hemşerilerimize veya sosyal medya hesaplarından Giresun ile ilgili olan tüm insanlara kadar çeşitlilik gösterir, profil olarak değişiklik arz ederler.

Yazılı olmadan, yani bir nevi yazı yazmak-cevap vermek türünden bir fiille iştigal etmeden, yüz yüze bu sohbetleri yaptığım insanların en başındaysa Yavyum Ertuğrul babamızla, Giresun'da "gömlek" konusunda bir marka olan "Gömlekci Salih" abimiz gelir..

Salih ağabey şendir, şakraktır. Bu dünyada yaşadığı ya da başından geçmiş bugüne kadarki bütüün zor hayata rağmen güldürmeden ve yüzünüzde gülücükler açtırmadan asla yollamaz sizi dükkanından... Giresun'un yarım asırdan daha fazla olan gündelik ve sosyal yaşamına, komik an ve anılarına, her türlü cımbış ve hengamesine hem şahit hem de vakıf bir insandır kendileri... Bizlerin çok uzun zamanlardır hayat pınarı, gülme ağacıdır o. Başka bir ifadeyle, başka tabirle “Gömlekçi Salih” abisidir..

Rahmetli Öztürk Serengil'den tutun da yolu bir şekilde Giresun'la kesişen özellikle geçmişin tüm sanat camiasıyla daha öncelerde de yazdığım çok komik anıları, hikayeleri vardır kendisinin... Sportif anıları da mevcuttur.

*

Zamanında Sali abi mağazasına bir tabela yaptırdıydı... Fakat tabelada "Gömlekçi Salih" yazısı var olmak üzere, Gömlekçinin (G)si, Sali'nin de (S)si olmak üzere tamamıyla Galatasaray'ın 110 yıllık ve o “içiçe geçmiş” GS amblemi iliştirilen bu tabelaya ben anında itiraz ettiydim zamanında... "Sali abi, bu işlerde telif yasaları girdi devreye, bak çok büyük ceza alırsın bak!" falan dediydim ben... Beni çok dikkate almadı ama bu... Aradan zamanlar geçti… Yazdı, havalar çok sıcaktı... Dükkana bir gün bir postacı geldi. Sonrasını anlatmaya pek gerek yok sanırım?

Sen Galatasaray yönetimisin?... O yaz sezonu transfer de dahil başka hiçbir iş yapma... Tut, Sali abiyi mahkemeye ver, bütün yaz boyunca onunla uğraş… Adamlar yememişler içmemişler, kafayı Sali abiye takmışlar. Bu sebepten Galatasaray o sene ligi 7. bitirdiydi.

Fakat her ne hikmetse o tabela halende o günkü haliyle halen asılı durur mağazada... Ben buna bir anlam da veremem.

Bu durumu sorduğum bir kaç kereler beni duymazdan gelip cevaplamamıştır konuyla ilgili sorularımı... Duymayan sağırlar gibi davranmıştır bana.

***

Bir tarihler, yine bir haber geldiydi bana, mailime... Bir ilçemizin bir köyü varmış... Demelerine göre köyün yarıdan çoğu, hatta eksik söyledim tamamına yakını da sağırmış... Ben de delilik var ya? Merak ettim, atladım gittim oraya. Eee, halk kültürü araştırmaları dediğinde böyle olur sanırım?

Sordum köye varınca sorularımı... Gerçi soru tekti, gayet kısa ve anlaşılır mahiyetteydi;

- Aabi, böyle hep birden ve tamamınız?.... Sizler bir anda ve topluca nasıl sağır oldunuz Kuzum?

(Yalnız soruyu tam 3 kez tekrarladım sorarken… İlk ikide pek duyulup anlaşılmadı.)

Köylüler cevap verdiler hep bir ağızdan; (Beni gazeteci, medyacı falan bişiii de sanarak.)

-Gazatacı ooolum hoş geldin ama heç sorma halimizi ahvalimizi... Bizim köye ıyakın bi zamannardı bi sağlıkcı herif geldiydi...

(Diğerleri);

-Allah unun belasını versin!

-Ula oooğlum, tanuduğumuz güne, bu köye geldüğü saate nefret-nalet olsun!

-Gelmez olaydı ha bullara u adı batasıca!

-Nebri nasbalat, sağlığımızla oynadı bizim hepimizin pis guduuubet!

Bu anlar içinde suçlamaların ardı arkası kesilmiyor, bi pasa devam ediyor hakaretler. İçinden çıkılmaz bir haldeyim ve artık büyük merak içindeyim. Tekrardan soruyu yineliyorum;

-Amcacığım, teyzeciğim bırakın artık kötü söz söylemeyi de, bu olayın sebebini söyleyin bana.

Neyse, diyalog baştan kurulup, tekrardan devam etti:

-Ula oooğlum, bu sağlıkcı bu köye geldi emme, biz unu ilk başlarda gözümüzde çok büyüttük... Bu nekbet, hastalıklar hakkında gonuştukca gonuştukca biz buna dokdur muaamelesi yapmiye başladuk... Bu gözünü sevdüğümüzde gendisini esattan dokdur sanmiye filan başladı zamanla... Olan da işde u aralarda oldu!

Ben araya giriyorum:

-Eeeee?... E peki sonrasında ne oldu? Bu gadar köylü, hep birden ve böylece nasıl saar* oldu??? (*sağır)

(Bu soru, ikinci tekrarda anlaşıldı), cevaplar sonra geldi;

- Ula gazteci oooğlum, ula güzel evlaaadım... Ula bizden bi gaç salak, bu sağlıkcıya "bizim gulaklarımız eyi duymiii, yaşlanıp-gocaduk biz besbellim heri!" falan demişler köy yerinde... Bu da tabi havalı ya? Gendüsünü bu seferde "gulak-burun-boğaz" mütehasısı sanmış demek ki... Demişki bizim yaşlı gocamanlara, "meraklanmayın siz, ben sizin gulaklarııızı yııkayıp açacam!"....

- Heee, yıkadı... Tam da açtı bu sayede gulaklarımızı... Şu anda köyün “gulakları yıkananların” tamamı saar! Ne gonuşduumuzu, gendümüzde duymiyuk. 

*

Hikayenin sonunda; elinde “kulak yıkama aletiyle” uzun zamanlar bu köyde hüküm süren bu sağlıkcıyı en sonunda çoğunluğu artık duymaz olan köy halkı köyden govuşturmuş...

Peşi sıra da, kulak yıkamaya yarar tasını-topacını da (aletini); yerlerde tekmeleyip eğip-bükmüşler..

Son soru olarak, sordum ben... "Peki bu tatsız olaylardan sonra bu sağlıkcı nerelere gitti, tayini mi çıktı?"

Bir kocakarı bana hatırladıkça halendir güldüğüm o cevabı vermekte gecikmedi sonrasında;

-Cehenneme gadar yolu var, davun çıksın aazına, andır galsın. Ne biliim ben!... U günkü u dövüş-gavga sırasında hau gıble yönüne, dağ taraflarına doooğru aykuru gene gaçtıydı mendabur!

***

Her Giresun'luya göre, Giresun'un her bir yeri-uzağı-yakını-tüm toprağı kutsaldır.

Mesela Giresun’un çok şirin bir ilçesi olan Keşap’ın Keşap'lıları, sosyal medya paylaşımlarında kullandıkları tüm Keşap fotoğrafının altına "kutsal topraklar" ibaresi koyar, gurbetten buralara gelenlerse; "şükür, a’ha da kutsal topraklara varduk!" gibisinden çok değişik mesajlarla bu olguyu pekiştirirler... Ben her defasında güler gülümserim bu güzelim bağlılığa da, o ait olunan topraklara olan aidiyet hissine ve memleket sevdasının varlığına da... Bütün bunlar benim ölçülerime göre candan-yürekten ve güzel hasletlerdir.

İşte, Giresun Kalesi* de bu mübarek yerlerdendir... Sebebini sorarsanız;

(*Giresun Kalesi: Antik kaynaklarda “Bronz Duvarlı Kale” olarak anlatılır. Kral VI. Mithridates’in oğullarından I. Pharnakes tarafından yaptırılmıştır. Güzelliğiyle adeta Giresun’un başında duran bir taç konumundadır.)

Rahmetlik anneannem, ömrünün son yıllarında Giresun Kalesini "kıble" olarak kabul eder, seccadesinin baş tarafını şayet bir uyaran olmazsa o yana dönderip de namazını kılardı... Allah günah yazmasın da; Giresun Kalesinde nasıl bir "kabelik" vasfı varsa artık?...

Eskiden gülüp gülüp doğru yöne yönlendirmeye çalışırdık biz onu... Ardından biraz çocukça, biraz mahcup ama çoklukla hınzır bir gülümsemeyle yönünü düzeltir, ona dikte ettiğimiz Giresun’un güneyi, "Dereli-Galisar taraflarına doğru" namazını edaya sevk ederdi kendisini...

Zaten de bizim anlayışımıza ve gönül hanemize göre de, Dereli-Galisarın (Şebinkarahisar) hemen bir önüdür mübarek Kabe… Adı geçen bu yerleşimlerin acuk ön taraflarındadır... Yani Giresun'un mübarek topraklarının bittiği anda, bir yenisi ama dinimize de olan saygıyla, en mühimi başlar... Bizce budur temiz gönüllü Müslümanın, İstikbal-i Kıble anlayışı. Yani namaz kılarken kıbleye dönmek, kıbleye yönelmek durumu.

Gerçi yaptığı bu davranışta onun çok uzun yılardır alzheimer hastalığının ve ona bildim bileli uğrayan sevimli unutkanlığının rolü vardır, art niyeti, kötü bir amacı yoktur, bunu da yazmam lazım...

Bundan bir asırdan da fazla, Osmanlı zamanlarında o henüz daha küçücük bir çocukken, babasının öldüğünü birden bire ve aniden haber vermişler ona... İşte o gün bugündür, ikinci binin ilk senesinde vefat edene kadar başı hafif ve o her zamanki sevimli ritminde sallandı durdu rahmetlinin... Bu sallantı dışarıdan ona bakanları rahatsız etmeyecek bir derece de ama yine de ancak dikkatlice bakıldığında fark edilebilecek bir mahiyetteydi.

Ekmekçi Veloo Yusuf Karısı; Samiye Hanım...

Aslında o öykülerimin en başkahramanıydı. O, bütün gülmece yanlarımı ondan aldığım kadındı. Yirmi seneden fazla oldu, bir sonbahar günü kötü kader aldı onu bizden... Bu dünyadan bir “Samiye hanım” geçti benim için işte böylece, şimdi o en güzel anılarda yaşıyor kalbimizde.

Dünya yüzündeki tüm insanlara türlü türlü ve tıpkı ve sanki her Ademoğlunun parmak izlerinin ayrı ayrı olması gibi bir yaşam çizgisi bahşetmiştir Yüce Yaratıcı... Kiminde mutluluklar çoktur bu kısa aralıkta, çoğuncası ve kiminde de acılar ve ızdırablar yumağı... Anneannem rahmetli, işte bu ikinci şıkka sahip olanlardandı yaşadığı bütün komik ve güzel anılarla bizde kalan yanlarından da başka.

Çocukluğumdan hatırlarım, aklıma takılı kalmış; onun, neden ve bu nasılsa Samsun’lu öksüz ve yetim bir çocuk olarak Giresun’a evlatlık geldiğini biliriz. Aslında bunlar, ezelinde araştırılması gereken şeylerdi belki de, biz yapmadık, ilgilenmedik bu konularla… Kimlerle bağı vardı? Kimlerin çocuklarıydı?

Oysa onun sağlığında, çocukluğuna ait hatırlayıp anlattığı tek şey Osmanlının son demlerinde oralarda yaşanan Rum çetelerinin vahşeti, kan-ölüm ve gözyaşıdır... Öz annesi söylenenlere göre Rum çetecilerce gözlerinin önünde öldürülmüş, ardından babasının ölüm haberi ise ona aniden ve birdenbire söylenmiştir. Ona tüm hayatı boyunca hatıra kalacak olan Alzheimer kaynağı ve unutkanlık işte bu zamanlardan kalmadır.

Bir küçücük kız çocuğu düşünün?... Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşından çıkmış... Ardından bir ulusun kurtuluş mücadelesi, seferberlik yılları... Açlık var, sefalet, kan-barut kokusu ve ölüm... 15 Mayıs 1919'da İzmir'in Yunanlılarca işgali ile iyice şımaran Osmanlının azınlık halklarından Rumlara ait çeteler, tüm Karadeniz'de katliamlar yapıyor... Türk köyleri yakılıp yıkılıyor. Türk insanı sorgusuz sualsiz katliamlara uğruyor, yaşam hakkı bu katliamcı çetelerce yok ediliyor. Kadınlarımız-kızlarımız tecavüzlere uğruyor. Kimse bana şimdi hikaye anlatmasın, geçmişte olan bu insanlık dışı hadiseleri "olmadı, yaşanmadı" demeye falan getirmesin! Bütün bu sayılanlar yaşandı! Doğu'da da Türk halkına karşı Ermeni mezalimi de yaşandı bunlar tarihsel belgelerle ortadadır, uydurmuyoruz bu gerçekleri. Emperyalizmin maşaları tıpkı bugün olduğu gibi dünde işbaşındaydılar yani... İhanet, o zamanlarda da ihanetti, Türk vatanına ve Türk varlığına kasıt o zamanda da misliyle yaşandı.

Neyse... Geçelim lütfen şimdi tarihsel durumları da, geçmişin o acı zamanlarını da....

O zamanlarda ve bu mucize nasıl oluyorsa bunu hiç bilemedim, yapayalnız, çaresiz bir küçük kız çocuğu bu yıkımdan ve faciadan bir şekilde kurtuluyor ve Giresun'a kadar geliyor... Giresun Alınca Köyü’nden Çilesizoğulları sülalesi bu yetim ve öksüz kız çocuğunu evlat olarak alıp bakıp büyütüyorlar. Dedemle 18 yaşındayken evleniyor Samiye Hanım. İlk iki erkek evlatları erken yaşlarda vefat ediyor. Annem doğuyor sonra ki; ailenin en büyüğüdür halen.

Anneannemi hep gülmece yanlarıyla anıp hatırladığım için bunları yazmak bana biraz zor geldi. Fakat o bu dünyadaki bütün acıları yaşamış, görmüş geçirmiş bir kadın olarak bu dünyadan göçtü gitti. Eşinin, çocuklarının, torunlarının ve cümle sevdiklerinin ölümlerini gördü. Bu yıkımları yaşadı. Ama yine de her şeye rağmen ve tüm bu acıları içine atarak gülmekten ve güldürmekten de vazgeçmedi.

*

Türk kahvesi de onun en vazgeçilmeziydi. Çok severdi kahve içmeyi. Çok keyifli zamanlarında kahvenin yanında bir tane sigara tüttürürdü keyifle. Fakat her ne hikmetse sigarasını, serçe parmağı tarafındaki son iki parmağı arasından içerdi. Bunun sebebini sorduğumuzda da;

-Sigara içmek kötü ve kaba görünen bir alışkanlık, zararlı ve çirkin davranıştır... Ben böyle yapıyorum ki, sigaranın bu iticiliğine biraz kibarlık katıp ayar veriyorum.

Filozofların okula-diplomaya ihtiyaçları yoktur... Ki, Samiye Hanım ilkokul yüzü bile görmemiştir. Ama o hayatın güzel taraflarına dair bu tür yorumları ve kritikleri bir ömür boyu hep yapmıştır.

Gözleri iyi görmez, kalın mercekli bir gözlükle okurdu. Başka farklı bir gözlükle de hafif ev işleri, yemek falan yapardı. Söylenilenleri duymadığındaki o, bir elini bir kulağına tutması kalmış hep aklımda... Sağırlık da vardı yani körlüğünün, ama o bilge filozofluğunun yanında. Ruhu şad olsun.

Daha öncelerde bir hikayesini de yazdığım ve öykü kitaplarımın birindeki;1982 yılı Ankara Esenboğa Havalimanın Ermeni terör örgütü ASALA militanlarınca basılıp 9 kişinin can verip 70 kişinin yaralandığı saldırıdaki iki katilden biri olan Levon Ekmekçiyan’ı sırf soy isim benzerliğinden akrabası sanan ve kendi soy adının şerefine üzülen onurlu-naif-vatansever iyi kalp; mekanın nurla dolsun.

***

Son olarak da sırada çakma bir sağlıkcı hikayesi değil ama gerçek bir doktor öyküsü var bu sefer.

Kurtuluş savaşı yıllarında meydana gelen Rum ve Ermeni mezalimi konularını yazdım ya demin yukarılarda... Tarihimizi, geçmişimizi, acılarımızı ve tarihsel gerçekleri sonuna kadar biliyoruz ve onları unutmayıp bugün gerçekleri savunuyoruz… Kurtuluş mücadelemizin ulu kahramanları Gazi Mustafa Kemal’i, İsmet Paşa’yı, Topal Osman Ağa, Kazım Karabekir Paşa, Mareşal Fevzi Çakmak ve vatanın kurtuluşuna vesile olmuş diğer bütün yiğitlerimizi saygıyla anıyoruz. Onları çok sevmemiz, yollarını yolumuz bilmemiz ve onlara, Cumhuriyete, bayrağımıza ve Milletimize tutkuyla bağlılığımız işte bundandır.

Varsa alınan, üzülen, yazdıklarımızla haksızlığa uğradığını düşünen; gelsin bulsun bizi, insanca ama bilgiyle konuşalım. Bu durumda olanların bunları yüz yüze konuşmaya yürekleri yeter mi bunu bilemedim ama bizde o yürek var çok şükür... Amiyane tabir olacak belki, belki sokak jargonu ama:

"Bizde mangal gibi yürek var!"

*

Rahmetli dayım doktora gitmiş eski bir tarihler... Göğüs Hastalıkları Mütehassısı Doktor demiş ki buna; "Mehmet bey, artık şu ciğerlerinize dikkat edin, sigarayı da acilen bırakın, ciğerleriniz bitmiş!"

Zamanında Giresun’un ele avuca sığmaz, haşarı, bıçkın evladı Ekmekci Mehmet geride durur mu?... O da cevap vermiş doktora, biraz fırça gibi duran bu sözlerden sonra;

-Ciğerlerimiz biterse bitsin doktor bey, siz üzülmeyin... Bizde halen, mangal gibi yürek var!"