MÜSAMERE / CİNCİ HOCA / DUY DA İNANMA
(“Bu dünyanın daha fazla başarılı insana ihtiyacı yok. Aksine bu dünyanın acilen ve her türden barışçı, iyileştirici, onarıcı, öykücü ve sevgi dolu insanlara ihtiyacı var.” / Dalai Lama)
***
İnsanoğlunun yaşam çizgisi içinde, “duydukları” tabiidir ki büyük bir yer tutar... Bunlar içerisine; ta bebeklikten gelme kulağa üflenen ninniler, masallar ve söylencelerle kocakarı hikayeleri ve öyküler de dahildir. Daha sonraları ve büyüdükçe bu sayılanlar, yerlerini günlük hayatın bünyesindeki olaylar dizinini oluşturan sözlerden oluşma çeşitli konulara, meselelere ve yaşam ile ilgili durumlardan meydana gelip de kurulan cümlelerden oluşan söz kalabalıklarına bırakırlar. Edebi manada “sözlü kaynaklar” olarak ele alınabilir sözel aktarımlar ise işte az önce sayılan ilk safhayı daha çok kapsar.
Ayrıca bir de toplumların, olmuş veya oluverecek olaylarla kimi kıssaları, hikaye-öykü ve masalları anlatan “hikayecileri” vardır. Günümüzde ve bizlerin de yaşadığı toplumdaki hikayecilerse halen işbaşındadır.
Hikayeci anlatır
Hem öyküdür hem anı.
Duyduklarını yazar
Yok içinde yalanı.
(M.Akyol, Giresunda Efsaneler&Söylenceler&Masallar, S.194)
Bu topraklarda Hikayeciler, yüzyıllardır olmuş veya olmaya namzet öyküleri anlatıp durdular... Bahsettikleri halk söylencelerine gerçek ya da uydurma hikayeler karıştı kimi bazen. Fakat yerel halk bu söylenceleri de, hikaye ve masalları da dinlemekten hiçbir zaman geri durmadı. İşte o vakit hele de bu topraklarda fındık bahçeleri, harman yerleri, deniz kıyıları veya yaylalarda çam ağacı diplerindeki insan öbeklerinin içten gülüşlerle kahkahaları karışıverdi sürekli o anlara.
Derdimizi kısadan anlatmak için girizgahı bu sefer kısa tutalım… İşte bunlardan şimdi iki tane hikayemiz var. Birisi, 40’li yıllardan kalma bir ilkokul müsameresi öyküsü, diğeri de, aslında “ermemiş” olan sahte bir ermişin hikayesi.
***
Yer: Çoook seneler öncesi, Giresun’un Keşap ilçesi.
İlkokul 5. Sınıfı okuyan fakat bu sınıfta olmasına rağmen akranlarından çok iri bir cüsseye ve fiziki görünüşe sahip (kelli-felli-bıyıklı) bir ilkokul öğrencisine; yılsonu müsameresinde kostüm diye cüppe giydirip, sahte sakal-bıyık takmışlar rolü gereği… Okuldaki müsamere yapılmış ve başarıyla bitip sonlanmış. Fakat delinin biri köy yerinde, bu çocuğun yarın ki bu halini ve oynanacak müsamereyi önceden bildiği için olacak yalan bir haberle bütün köye “yarın köyümüze bir ermiş gelecek, hastası-sökeli olanlar bu çok muhterem zatın elini-ayağını öpsünler, ondan şifa dilesinler” falan gibi laflarla ortalığı velveleye vermiş. Gerçi, bu yalana köylü de çoktan hazırmış, dünden inanmış zaten. Zaten de bizim memleketimizde “bir deli bir kuyuya bir taş atar, yüz deli o taşı oradan çıkaramaz.” diye bir şey vardır ya hani, işte bu anlatılanlarla tam da bu durum gerçekleşmiş.
Köy okulundan müsamere sonrası çıkıp da evine bu vaziyette gidecek olan çocuğun koluna da köyün herkesleri kandıracak olan birkaç aklı evvelli girip ona gereken telkinleri yolda vermişler hemen.
Bu vaziyet ve şartlarda köy meydanına varılmış... Sahte hocaya bir hürmet, bir iltifat ki; sormayın gitsin... Hemen oracıkta horozlar kesilmeye başlanmış, canlı tavuklar, sepet sepet yumurtalar, paket helvalar, filelerde meyvalar daha neler neler bir anda ortalık hocanın elini ayağını öpenlerle ve bu hediye deniziyle dolup taşmış… Bu arada hoca da halinden gayet memnun, kendisini essahtan hoca sanmaya bile başlamış… Gerçek durumdan habersiz köy muhtarı ve azaları dahil köyün ileri gelenleri ve yaşlıları bunun eline sarılıp saygı ifadelerini gösterdikçeyse, bu düzeneği kurmuş olup da hemen yan tarafta olan biteni izleyenleri ise bıyık altından bir gülmedir almış.
Derken, sahte hocayı buradaki karşılama töreninden sonra ilk olarak, yıllardır yatalak durumda olan yakınlardaki bir evdeki bir hastaya götürmüşler. Fakat burada hiç beklenmedik ve asla olması mümkün görünmeyen bir şey olmuş. Yatar ve uyuklar vaziyetteki hastanın odasına önde hoca arkada kalabalık heyet girdikten sonra, sahte hoca biraz iş bilmezlik biraz da o anın verdiği heyecanla yaşlı adamın başında durup aniden; “Allah-u Ekber!” diye nara atınca; başında sakallı, sarıklı kaftanlı, birazda ürkütücü kişiyi gören felçli ve hiç yürüyemez adam birdenbire korkup ayağa dikilmiş!
Odada, bir alkış tufanı da kopmuş o anlarda… Yılların yatalak hastasını bir sözle ayağa diken bu ermişin, herkesler tekrardan başlamışlar eline-ayağına sarılmaya, sahte sakalına-bıyığına yüz sürmeye.
Amaaaa, ama ama… Bu mucize dakikalar çok da fazla sürmemiş…
O anlar içinde eve gelen; sahte hocanın sınıf arkadaşı Emine, hocanın bütün foyasını şu sözlerle ortaya çıkarmış;
-Ula Dede; yat aşşaaa yaaatt! Bence sen, olduğun gibi geri yat!… Ha bu bizim Sümüklü Sülüman böön okulda cüppe geydi, gavuk dakdı osuruktan hoca olduydu, geldi de essattan hocayım diye, bi de seni mi gandırdı!
…
Tabi, bu sözlerden ve odadaki kahkaha tufanından sonra ayaklarının bağı tekrar çözülen bizim gocaman yine tekrardan ve deminki aynen şekliyle yerine geri düşmüş yatağına….
***
Allahım sen akıl-fikir ver, tevekkeli değil, bizim buralarda delilik en bulaşıcıdır!... Şu; kovidmiş, sars virüsüymüş, maymun çiçeği ya da bruselloz veya başkaları, delilikten hızlı yayılmaz bu topraklarda… Fakat bir de, bunca deli nüfusunun içinde harbiden ama arada, yaptıklarına hiç akıl sır ermeyecek bir vaziyet gösteren çok zekiler ve akıllılar grubu da çıkar, varlardır, yok değillerdir onlar hani buralarda.
İşte bunlardan bir tanesi bir gün “cinci hoca” olmaya karar vermiş... Etrafına da bu yollu ulu mesajlar ulaştırmış, haberler salmış… Yok efendim ben şöyle cin çıkarıyorum, hastalara şifa veriyorum, çocuğu olmayana çocuk kazandırıp, bunca keramet içinde bir de ceviz ırgatıyorum??? (Son şıkka çok dikkat!)
Fakat tabi ahali deli mi?... Görmeden neye inanacaklar? Bu cinci hocanın öncelikle bir keramet göstermesi lazım... Hatta bir değil, birden çok kerametlere sahip olup, halkın dertlerine çareler bulması falan…
Her neyse… Uzatmayalım, işte o keramet gösterme günü gelmiş de çatmış. Hoca ilk anda ve kimselerin beklemediği bir sertlikteki ses tonuyla da etrafındakilere; “ceviz meyvesi, durup dururken hiç kendi kendine yürür mü?” Diye sormuş… Ahali, “yürümez yaa hoca’m” diye cevaplamış soruyu. Hoca; “işte ben, o yuvarlak cevizleri bile durup dururken yürütebilecek ilme sahibim!” deyivermiş.
Cinci Hoca sonrasında başına toplanan ahaliden bir sacayak ve üzerinde ekmek yapmaya yarar sacayak tepsisi istemiş. İstenenler temin olunmuş.
Hoca, altında ateş yakılan sacayak üzerine, tepsiyi üzerinde yufka pişirilen haliyle düz bir şekilde değil de tam tersi şekliyle yerleştirtmiş. Ardından da cebinden çıkardığı kabuklu iki tane iri cevizi bu tepsinin içine koyuvermiş. Aradan kısa bir zaman geçince de artık ısınmaya başlayan ceviz, herkeslerin hayret dolu bakışları arasında sacayak tepsisi içinde bir o başa-bir başa hareket etmeye, hatta fır dönmeye başlamış.
Tabi, herkeste bir şaşkınlık ve korku eşliğinde Hoca’nın bu kerametine karşı çok büyük bir saygı oluşmuş. O an etkilediği yeni müritleri onun eline ayağına sarılmış, ellerini öpmek için kuyruk olmuşlar sıradan. Hocaya fındıklar, darılar, şekerler, helvalar ve daha bulup ne çıkardılarsa onlarca çeşit hediyeler getirip vermişler. Hoca ise halinden memnun. Yürüttüğü iki tek yuvarlak ceviz sayesinde hatırı sayılır bir variyeti yürüttü bile saf köylülerden. Bir de, yancılarının yardımıyla evine taşınan hediyeler istif edildikten ve herkes gittikten sonra hanımıyla aralarında geçen diyaloglara bir bakalım şimdi isterseniz, ortaya neler çıkacak, kimi foyalar ve boyalar yüzlerden nasıl akacak;
-Bey, bunca ganimet de neyin nesi? Ortalıkta senin Cinci Hoca olduğun rivayetleri geziyor. Cevizleri bile durup dururken yürütür müşsün sen? Söylesene kuzum, hiç ceviz yürür mü?
-Yürür hanım yürüüürr… Ortalıkta bunca saf-sepelek-salak, dinle kandırılacak mal olduğu müddetçe ceviz değil her bir şey de yürür…
-Oh, ohh! Üç aylık yemimiz-yiyeceğimiz çıktı baksana?... E peki, nasıl yürüttün bunca hediyeyi, ganimeti?
-İki cevizin içini çuvaldızla oyup içini çıkardıktan ve sonra oradan içeriye canlı bir hamamböceği sokup da o deliği hamurla sıvadıktan sonra; altında ateş yanan sac üzerinde cevizler ısındıkça cevizi yüreten hamamböcekleri sayesinde hanım…
***
Din ile, o tertemiz din duygusunun istismarıyla yüzyıllardır aldatılan ve halen de aldatılmaya devam edilen “saflaraydı” bu öykü…. Bir bıkmadınız kandırılmaktan, ezilmekten, sömürülüp soyulmaktan!... Söylesenize kuzum, sizin bu içler acısı sonunuz; ne zaman son bulacak?
E, daha ne diyim ben size?...
Çok kızsam da bu hallerinize, yine de; “Kurban Bayramınız mutluluk ve esenlik içinde geçsin... Acemi Gasaplar elini-ayağını-başka bi yerlerini kesmesin.”
- S O N -Murat Akyol