SAR TAKVİMİN YAPRAĞINI GERİ

Ne zaman uzaklara düşsek, bir kasvet sarardı yüreğimizi ve derinlerde bir yerde hasret, inceden inceye kemirirdi düşüncelerimizi. Hemen özleyiverirdik Görele’yi.

Ancak hayatın akışı çoğumuzu savurup atıyordu bir yerlere. Kimimiz okul, kimimiz iş-güç vs. sebeplerle. O günlerde yaşanan göçlerimizin nasıl bir tahribat bırakacağını görememişiz hiçbirimiz. Ama görünürde de yapabilecek ne vardı ki? Velhasıl kelam, savrulduk gittik hepimiz. Kimimiz kopup anmaz, uğramaz olduk sılaya, kimimiz uzaktan uzağa sevdik, kimimiz vaz geçemedik sevgimizden…

Görele’ye her yola çıktığımda içimde tarifsiz coşkular, hayaller depreşir, o yol ise bitmek bilmezdi hiç. Ne zaman Bozcaali altını aşar otobüsümüz, ayağa kalkar en öne gider, araba çarşıda durana kadar her yanı görmek isterdim. Daha eve varır varmaz, hemen çarşıya atardım kendimi. Aylarca görmediğim her yeri, göremediğim insanları görme heyecanı sarardı benliğimi. Ama olmazsa olmazım eni-konu bir Görele turu olurdu benim için; Hendekbaşı’ ndan inip, Kaba deresine, oradan Dere ağazına kadar karış karış yürümek ve Sayfiye tarafından eve dönmek. Yağmalanan mandalina bahçeleri ve meyve ağaçları

Bunların hepsini yaparken unutmadığım tek şey deniz kıyısından cebimin alabildiğince taş toplardım. Guş lastikli zamanlardan kalma bir alışkanlık ve rengarenk deniz taşlarını çok severim. Şiir gibi gelirler bana. En çok özlediklerimden biri ise yağmurlu havalarda sahilde yürümektir, sırılsıklam olana kadar. Hele birde deniz bozuk, dalgalar iskelenin başından aşıyorsa, Dokuz gözü yağmur bulutları kapatmış, dumanlar Hendekbaşı üstlerinde yarışır gibi ise. Böyle bir seyirde yüreğindekini kaleme dökebilenler neler yazmaz ki ?

Akşamları hemen hemen herkesin aklının ucuna da olsa dokunan en önemli kavram sinemadır. Adliyenin altında ki sinema. Şöyle bir hayal edin, güzel bir film gelmiş, sinemanın önü ana-baba günü. Küçücük bir sinema salonu, makina dairesinin önünde balkon kısmı ve alt kattaki salona varmak için dar bir koridor, koridorun önünde 4 adet loca. Çıt çıkartmadan izlenen film ve dram varsa arada hıçkırık sesleri. Sonra arastaya açılan çıkış kapısı. Ya paramız olmadığı zaman kapıda Bedir ya da Necmi abi bizi de içeri alsın diye bekleşmelerimiz. Kapıda ki biletçi ile göz göze gelmelerimiz. Ama biz bu konuda biraz şanslı olanlardanız sanırım: Çünkü aynı mahalleden olunca kıyamaz alırlardı içeri film başlayınca. Yazlık sinemamız da çok keyifli idi, en çokta çekirdek çitlemelerini hatırlarım o zamanlardan (!) Kimi zaman en oturan Hasan’ımıza takılırdı eşraftan birileri, en önde otururdu başında kasket. Tam filmin heyecanlı bir yerinde Hasan’ın sesi inletirdi her yanı. Kızmıştı bir kere, hersini alacaktı sayıp-sövüp. Oda öyle yapıyor, filmin arasında ufak bir aksiyon izliyor ve filme devam ediyorduk. Sanki kulağımda bir ses : “ Hasan İstanbul’a gidemeeeezzz ! “ meğer ne güzel renklerimiz varmış.

Okul bahçeleri toplanma alanlarımızdı, ne oyunlar kurulur ne maçlar yapılırdı. O günün mahalle kültürüne günümüz nesillerinin ulaşması bile ne mümkün ! Birde parkımız vardı, Bölükbaşı. O naiflikten eser bulamazsın şimdi çay bahçelerinde. Hani, “ efendi efendi, baylı bayanlı oturup çayını kahvesini içip gittiler. “ dedirten cinsten. Toplumsal kurallara verilen önem ne kadar da güzeldi.

En başa dönersek, şimdi geldiğimde o eski uzaklardan geldiğimde duyduğum heyecan var mı ? yok maalesef. Ne o eski aşinalar, nede onca hatırayı biriktirdiğim mekanlar yok ve simalar değişti, çoğaldı. Ama seviyor muyum eskidi gibi ? tabi ki de seviyorum ve en azından inanıyorum Görele’nin öz hamuruna. En azından yüreğimizde güzel izler bırakan Görele ve Görele insanlarına borçlu hissediyorum kendimi. Hepimizin nasılsa geleceğe borcu yok mu ?

U.Bilgi

2006 Gideros’da Görele düşleri