YOL HİKAYELERİ / ARMELİT & SAHTE TAVŞAN

Tarihi İpek Yolu; çok eski zamanlarda Hindistan ve Çin'den gelen kervanların çok uzun yollar, dereler-tepeler, akarsular-nehirler, köprüler-konaklar aşarak İstanbul'a, hatta oradan da uzağa Avrupa'ya, İngiltere'ye kadar gidip de vardıkları bir ticaret yoluymuş... Bu yolla, uzak ülkelere zamanın Asya'sının en nadide ipekleri, kumaşları, baharatları ve kimi sanat şaheseri takıları, mücevherleri getirilirmiş... Bu yol Karadeniz topraklarından, bizim buralardan da geçermiş... Kalıntıları halen bile durur.

...

Şimdiyse biz bugünlere doğru gelelim... Yanılmıyorsam 2017 yılıydı?... İçinde bizler de dahil, zamanın izlerini süren bir grup tarih ve doğasever, işte bu tarihi yolculuğu tekrardan canlandırmak ve geçmişi yad etmek için tarihi İpek Yolu güzergahında olan Giresun'un Keşap-Espiye sınırındaki Armelit Dağında il dışından gelen misafirlerimize bir organizasyonla ev sahipliği yaptık. Tanıtım mottosu "İpek Yolu'nda Zamana Yolculuk" olup, Trabzon ile Rize'den gelen dostlarımızla birlikte çok güzel bir günde bu tarihi ve mistik yolda geçmişin izlerini sürdük, onları bu topraklarda ağırladık. Hemen tamamı sanatçılardan oluşan ve aslında bir nevi kültür turu da denilebilecek bu gezide "ipek yolunda geçmişten geleceğe" bir köprüde gidip geldik.

Armelit, aslında üzerinde bulunduğu bu dağdan da ziyade; çok dik, çok virajlı ve hemen tamamı uçurum, zamanında inilip çıkılması çile olan çok zor bir bağlantı yolunun ve geçidin adıdır gerçekte. Çocukluğumdan benim de hatırladığım, gidip geldiğim bu yol, Giresun'un komşu doğu illerinin yolcularının ve şoförlerinin birazda korkarak ama çok anılarla geçip yolculuk ettikleri zorlu bir coğrafyayı her seferinde bin bir zorlukla inip çıkmak demekti onlar için... Keşap'ın Yolağzı nahiyesinde sahille bağı kesilen yol, bu zorlu dağı tırmanarak Espiye içinde tekrar sahile kavuşurdu. O yüzden; bugün yaşı ellinin üzerinde olan Giresun, Trabzon, Rize ve Artvinlilerin bu yolu unutmaları ve 1978 yılında açılıp sahil yoluna bağlanan Espiye-Keşap/Yolağzı arasında bu bağlantıyla inilip-çıkılan Armelit'i hatırlamamaları pek mümkün olmaz.

Bu güzel ve gerçekten özgün doğasıyla memleketin cennetten bu köşesi yer için bu kadar tanıtım yeter... Biz gelelim işte bu yollarda olan hikayemize esas... Yol hikayelerine. (Armelit gezisinde aşağıda yazılı olan hikayeyi o günkü topluluğa da anlattım, çok güldülerdi.)

***

Giresun ceza mahkemelerinde bir gün çok garip bir dava görülmüş... Dava konusu olan ama akıllara zarar şeyse şuymuş.

Hakim, "hiç bir kazaya karışmadan, kamyonunda tek bir çizik, kırık dökük bile olmadan ama çok yağmurlu bir günde 15 kişiyi nasıl oldu da öldürdüğü belli olmayan" bir şoförden, bu olayla ilgili gerçeği anlayıp dinlemeye çalışıyormuş... Şoför, başlamış anlatmaya... Fakat o anlattıkça da hakim amca da dahil mahkeme salonundaki herkesi gülme krizleri tutmuş... Kahkahalara sebep bu olmayacak olaysa:

...

Sene, 70'li yıllarmış... Samsun taraflarından gelip de Armelit'i çıkıp-inmek zorunda olan bir kamyon, kasası boş-yükü de yokken, yolda yağmurda ıslanmakta olan bir adamı yoldan alıyor... Amaç bir iyilik yapmak, hayır duası almak. Para falan yok ucunda...

Fakat şoför mahalli dolu. Orada, şoförde dahil oturan dört kişi var. Yoldaki yolcuya; "atla arkaya, kasaya!" diyorlar... O'da öyle yapıyor.... Ama dışarıda da felaket bir yağmur var. Göz gözü görmüyor yağıştan. Yağmura kamyonun sileceği bile yetişmiyor... Arkaya, kamyonun kasasına yolcu bindikten sonra başlıyorlar Armelit dağına doğru çıkıp zirveye yukarı sarmaya... Bu esnada da yağmur bütün hızıyla devam ediyor... Adam sırılsıklam bir haldeyken orada, kamyonun kasasında duran bir tabut görüyor. Açıp içini de bakıyor ki, tabut boş... Hemen içine girip üst kapağı da iyice çekip kapatıyor...

Arkadaş, kötü kader yapacak ya yapacağını?.... Bunlar biraz yol aldıktan sonra ve yine yoğun yağış altındayken, bu seferde az ileride on beş kişilik bir kafile el tutuyor bu sefer bu kamyona.... Şoför kıyımsız, şöför iyiniyetli, kıyamıyor, durup bunları da alıyor arkaya, kamyonun kasasına. Yolda kalıp ıslanmalarına gönlü razı olmuyor... Araba hareket ediyor. Epey yol gidenden sonra ve tam da Armelit geçidinde, tepede, o en zor virajlardaykeeenn???

Tabutta yatıp da yağmurdan iyice kendisini koruyan, hatta, arada da biraz kestirip yol boyu epeyce uyuyan manyak, az sonra uyanıp "bakiiim, yağmur dindi mi?" diyerekten ve birden bire ve aniden de "ya Allah! Bismillaaah!" nidasıyla tabutun kapağını sertçe açmaz mı???

...

Kasadaki on beş yolcu... Ve hiç biri de bir daha geriye dönüp bile bakmadan!... Kendilerini bu ülkenin bu en derin ve zorlu uçurumlarından birine, Armelit'e doğru gapıp goyveriyorlar o dakka!....

Kamyonun şoför mahallindekilerinse bunca olan bitenden bir haberleri yok. Varacakları yerde kamyon durmuş, arabadan inmişler tabi haliyle... Fakat ortada çok garip bir durum var, kamyonun kasasından hiç inen yok!... Ardından bakmışlar ki kasa da boş!... "Ula nereye gitti yoldan alınan bunca adam?"

Fakaat, Türk polisi o kadar da boş değil tabi ki.... Armelit'te uçurumlardan toplanan on beş ölüden sonra o gün anında bulmuşlar hemen o kamyonu.

Yukarıdaki o talihsiz mahkeme sahnesinin açıklamasıydı bu sizlere.

"Hiç kaza yapmadan on beş kişiyi öldürmek?"... Düşünmesi bile komik.

Gerçi olursa bu, anca ve sadece bizim buralarda olur... Buralarda da bu hikayeler bitmez ve nesilden nesile daha çoook konuşulur.

***

Peki... Hikayecide, hikaye biter mi?...

Bitmez tabii.

Şimdi aynı yoldan devam ediyoruz ve Giresun-Espiye hattındaki bir dolmuştayız. Dolmuş şoförü Giresun merkezden sayın yolcularını Espiye'ye ulaştırmak için onları alıp yola koyuldu bile... İçlerinde, Espiye'li gocagarı Emine Hatun'da var bu yolcuların.

Emine teyzemizin bir fırında çalışan da bir oğlu var... O gün ondan aldığı, içinde boş un çuvallarının da olduğu bir çuvalı minübüste, ayağının hemen dibine koymuş bu... Neyse, yolculuk sorunsuz dertsiz sürmüş biraz.

Fakat yola aşağı giderlerken dolmuşta garip bir hareketlilik baş göstermiş bir anda... Bir tane orta boy bembeyaz bir tavşan, bu çuvalın içinden çıkıp kaçarak, aracın içinde birden bire dört dönmeye başlamış... Yolculardan kimileri;

-Gız Emine aba, davşan senden mi gaçtı?

-Gız sen? Kedi-köpek bakıp besliyudun emme, davşana da mı başladın?

-Ula yakalasaaza hau davşanı!

-Hızanlar, bu ne gadar da sevimliymişe bu böyle? Ne de güzel zıpcıriyii..

-Ula Uşaklar bu bembeyaz feşel şey de nası bişiiiymiş, bi türlü ele geçmii!

falan gibi saçma sapan ve anlamsız cümlelerle tavşanı yakalamaya uğraşmışlar epey bir zaman, araba trafikte seyir halindeyken... Bağırış-çığırış, bir hengam ki sormayın, yok böyle bir delilik. Dolmuşun içindeki bu manyakça durum, artık trafikteki diğer araçlarca bile fark edilmeye başlanmış çünkü bir kıyamettir kopuyor! Bunları; "trafikte çok sallanarak yampiri giden çok deeşük bir dolmuş var" diye bölge trafiğe şikayet edenler bile olmuş... En sonunda beyaz tavşan birazda korkudan, şoför mahalline kadar ulaşmış ve artık yorulmuş bir halde vites kolunun tam da altına gelip saklanmış. Yol boyu vites değiştiren şöförün de az sonra onun hiç haberi yokken gelip eline dokununca da!

Şöför o ani refleksle korkup beyaz tavşana okkalı bir şamar indirmiş! Fakat zavallı hayvanın işte o anda rengi değişmiş... Az öncelerde bembeyaz ve çok sevimli olup arabanın içinde dört dönerken kimsenin yakalayamadığı tavşan, tokadın da etkisiyle bayılıp kalmış. Un çuvalından üzerine bulaşan unlar dökülünce, rengi siyahlaşmış.

Şöför bey işte o dakika acı bir fren yapmış!... Koltuklarda oturanlar bir ön koltuğa geçmiş bu ani fren neticesinde... Yolla ilgiliyken az önce arkada olanları çok da takmayan şöför de araba durunca asıl can alıcı lafını sarf etmiş yolcularından, iyi tanıyıp bildiği Emine Hatun'a... Onu, hiç bilmeden bir alışveriş yaptı sanıp, güya buna bin pişman etmiş;

-Ula Emine yenge?... Ula seni gine mi gazıkladular hee, desee baa???... Ula bu insanoğluna sen daha ne gada güveneceen gız sen bööle?... Ula saa davşan diye sattukları bu şey, davşan deel ki?... Bu bildiğin; hau bizim tallalardaki pis sıçan, lağamlarda gezen, keme!!!

Fakat Emine Hatun altta kalır mı hiç?... Son lafla haklı çıkacakmış gibi de cevabı yapıştırmış hemen;

-Davun çıksın seen hau yayvan ağzaan e'mi şüfer Sebaattin. Keme değil, çuvallar benimdi ama oh oldu saaa!... Belediye otübüsü gibi her durakta, her gaşın başında, her obuzda sen böyle durdukça; bu arabiye yılanda bineeeer, çıyan da... Böön iyikim, keme binmiş!

***

Keme-tavşan, yılan, çıyan demişken? Ben daha da bu olup bitenlere başka bir şey demiyorum... Zaten 1994 yılından beridir de "Bulutsuzluk Özlemi" dinlemiyorum. Aslında sizlere sebebini ve çok yıllar önce Giresun Erikliman taraflarında 1960 model antika bir Peugeut'yla yaptığımız çok komik bir kazayı anlatacaktım, kimsenin burnunun kanamadığı ama sanatçı Levent Yüksel diyeni; "onu da sonra anlatırım."

"Güneş teninizi yakmasın. Yağmur canınızı acıtmasın."

- S O N -Murat Akyol