SAHTE İMAMA GÜLERKEN & GÖMLEKÇİ SALİ’YE AĞLARKEN
Kültür-Sanat
23.05.2023 - 22:54, Güncelleme:
23.05.2023 - 22:54 8677+ kez okundu.
SAHTE İMAMA GÜLERKEN & GÖMLEKÇİ SALİ’YE AĞLARKEN
Murat Akyol yazdı.
Ülke ve millet olarak geçtiğimiz bu zor günler içinde bile yaşama sevincimizi hiç mi hiç yitirmeden, yemyeşil ümitlerle yarınlara umutla bakarak, ileriki günlerin bu kara günlerden de başka güzelliklerle geleceğine olan özlemle, aşkla; içten gelen bir inatla günü-günleri devirmeye çalışıyoruz.
Mutluyuz ama yine de her şeye rağmen… Yüzümüz güleç… Kibre, kötü söz söylemeye, hasetlik-fesatlığa ve insanı insan yapan kötü duygu ve düşüncelerden olabildiğince uzak, halen bile “çırak” bir kalemden satırlara düşme iyi veya kötü bu göreceli; sözler, cümleler kurmaya, kitaplar yazmaya çabalıyoruz naçizane... Serde ve sözde biraz “hikayecilik” de var ya işte biz de?...
İşte bu sebebe gelince de;
Bir insanı, işin daha da doğrusu çok yıllardır yazmakla iştigal eden naçizane dizeler ve satırların sahibi bir insanı en mutlu eden şey nedir diye sorarsanız bana, o da, Giresun gibi kendi (kutru-yapısı) belki küçük ama çok yüce gönüllü bir insan topluluğunca oluşturulmuş bu topraklarda yola-sokağa çıktığımda muhatabı olduğum ve “şu samimi cümle bana yeter de artar bile” dediğim o hitap şeklidir bence..
Sağ olsun, var olsunlar sevdiceklerim, sevdiklerim, samimi ve yakın dostlarımdan duyduğum şu hal-hatır cümlesidir bu da;
-Ula naaa’ber la, Hekayeci? (Yerel dilimiz "Girasuncadan" bağımsız Türkçesi: “Nasılsın Murat?”)
***
Bu soru cümlesi karşılığında şunu iyi bilirim ki, bir şehrin varına-yoğuna, hüznüne-mutluluğuna, acısına-tatlısına, kaybına-kazancına, yağmuru-çamuru-karı-boranına, güneşine-bulutuna-yeşiline-beyazına vurgun bir yürekten bu kente dair iyi ya da kötü ama samimiyetinden şüphe edilmeyecek hüsnüniyetli satırlar dökülmüştür çünkü işte bu hitabın karşılığında ilgili kişinin kaleminden… Bir garip Hikayeci, kısaca şehrini, şehr-i Cananını, 50 yıldan fazladır onunla yaşayıp meftunu olduğu Giresun'unu anlatmaya çalışmıştır yıllar yılı ama içten gelen bir sevda karşılığında… Dur durak bilmez, geri dönmez bir inatla, ama sabırla ve aşkla yapmıştır bunu..
Aşılan dağlar, dereler, tepelerde, uzak yakın dolambaçlı yollar, bitmek bilmez uzaklıklarla kavuşulan, daha da kavuşulacak mesafeleri arşınlamıştır… Bu sayılan amaç için geçilen fakat sonuçta da çok zengin bir kültürün izlerini içten gelen bir inatla süren bir deli gönlün dolu yolculuğudur bu… Takdir görmeyi beklemeden, ün-anıt-para-pul-bakiye ya da taltifler istemeden… Bir hal-hatır cümlesi çoktur bile ona, o güzeller güzeli Giresun lehçesiyle, Girasunca tabiri ile;
-Ula naaber la Hekayeci?
***
Az öncelerde sayılan bu yüksek amaçlar için, işte yine dereler-tepeler aştık… Bu yollardan topladığımız ilk öykümüzse işte şimdi işte başlıyor.
Sene 50’li yıllar… Giresun’un en yakın ilçesi Keşap’ımızın bir sahil ve balıkçı köyü olan Kalecik Hisarüstü Köyü’ndeyiz şimdi.
Eski ama o yıllar özelliğini henüz yitirip kaybetmemiş o çok güzel Ramazan aylarından birindeyiz bu geçmiş zamanda... O gün köyde çok hummalı bir çalışma var. Kazanlar kaynamış, bir şölen havasındaki ziyafet yemekleri hazırlanmış, börekler açılmış, lokmalar dökülmüş… Çünkü köyün, o zamanlar bu civarlarda adı bir efsane gibi anılan ve devrin gerçek erenlerinden biri sayılan bir ulu misafiri varmış o akşamki iftarda… Adı; “Tirebolulu İmam Osman” olan bu ulu zat gelecek, onun da bu mübarek güne katacağı büyük şeref eşliğinde iftar yemekleri yenilecek, köyün camisinde yine onun kıldıracağı teravih namazı eda edilip, ardından da onun o çok tatlı diliyle sürüp de giden muazzam sohbetinden tüm köycek hep birlikte feyz alınacakmış… Bu dini ve yüce sohbetlerle; uslanmaz günahkarlar imana gelecek, içkiciler-gumarcılar bir halle-yola girecek, kör olmayasıca gözlerinin bir kenarı mütemadiyen dışarıda olan kimi gart zamparalar, bu kötü huylarından da el ayak çekecekmiş güya?..
Tabi, o mübarek gün içindeki dilek ve temennilerin hepsi de bu yöndeymiş… Fakat böylesi büyük beklentilerin sonunda mutlak bir terslik olur, illaki bir hayal kırıklığı yaşanır ya hani?... Bu köyün halkının başına da işte o talihsizlik gelmiş. Meşhur hoca Tirebolulu İmam Osman Efendi, bir önceki akşamki iftarda fazla yediği yemeklerden olacak, midesini bozmuş meğerse.
O yıllarda irtibat-iletişim öyle şimdiki gibi bir telefonun ucunda da değil. Yolculuklar bile at sırtında, bilemedin katır-eşek eşliğinde yapılıyor. Bu kötü haberi henüz almayan, alamayan köy yerinde vakitse, akşam ezanı zamanlarını bulmuş... Hoca ve maiyeti, ortalarda görünmüyor… Köyün muhtarı, azaları ve tüm ileri gelenleri ise kıvrım kıvrım kıvranmaya başlıyorlar bu terslikten dolayı. Ahaliye köye getireceklerine söz verdikleri bu namlı misafirlerinin halen ortalarda görünmemesini açıklayamıyorlar.
Bahsedilen bu günler içinde de köyde; o gün işe yeni başlayıp da sahilde kayık yapan bir başka Osman daha varmış… Bu kişiyse, yalıdaki yeni büyük bir kayığın kalafatlarını yapmaya o gün gelen birisiymiş… Fakat kalafatçı Osman Usta çok şakacı, üstelik birkaç tahtası eksik sayılabilecek derecede biraz kafadan kontak, biraz nüktedan, biraz da fazlaca rahat bir Ademoğluymuş… Yemek için gelip de oturacağı sofraya varmadan önce ellerini yıkamak için çeşme başındayken, köy muhtarı ve yanındakilerin bu sıkıntılı hallerini görüp üzülüyor bu... Ardından da onlara bu konu hakkında bir nevi boş konuşsa da, cevap olarak dudaklarından şu cümleler dökülüyor;
-Ula uşaklar, üzüldüüğüz şeye bak?... Bu Tirebolulu Osman Hoca’yı bu köyde cismen kim taniii?.. Heç kimse!… E, peki benim adım ne?... Benimkisi de Osman…. Bu mendabur belli ki su gaynattı, gelmeyecek! Bak, ezansa okundu okunacak… Siz şimdi heç bi işe garışmayın. Tirebolulu Osman Hoca Hazretleri, bu dakkadan sonra benim! Yalanımı ortaya çıkaranın da var, ağzına vurmiye hazır, habu elimdeki galafat yaptığım nalıncı keserim!
Çaresiz kabul etmişler bu teklifi de, bu delibaş ustanın kendilerinden istediklerini de... Ona hemen bir cüppeyle, bir sarık bulmuşlar. Yüzüne, koyun derisinden sakal bıyık uydurmuşlar. Eline de bulup buluşturup, en büyüğünden kehribar bir tespih tutuşturmuşlar.
Derken bütün köy, iftar yemeğine oturmuş büyükçe sofraya… Fakat yemekten önce bir dua yapılacak, öyle ya? Köye gelen kişi, öyle yalı yulu bir adam değil ki?... Gosgocaaa, Tirebolulu İmam Osman Hoca… Hemen diğer sahte Osman Hoca’yı ahaliyle tanıştırıp, ona büyük hürmet eşliğinde saygıyla söz vermişler. Bu durumdan sonra henüz daha çakma Hoca duasına başlamadan da, herkesler onun elini öpüp, cüppesine, sakalına yüz sürmeye başlamışlar bile… Ardından da Hoca, yemek duasına başlamış:
- Eüzü bi tavazenelleziii, pırasa bişti mi bir bak!...
- Çok zor durumdayız uşaklar, işler sarpa sardı, elham-ı şak şaaak!
- Entari giydiiim, ak-paak! Asker-i düzenimiiz rap raap! Piyaaaz-i sirkeli varsa bu çok eyi bişii masadaaa, kap kaaap!
***
Bütün ahali, duanın bu ilk bölümünden hiçbir şey anlamasalar ve içlerinden; “acaba bu bizim bilmediğimiz bir dua mı?” diye geçirseler de, yine de Hoca’ya her dua aralığında hep bir ağızdan karşılık vermişler:
-Aaamiiiiinn!
Sahte Hoca ilerleyen bölümde biraz da hedef şaşırtarak o ibretlik ama evlere şenlik duasına devam etmiş:
- Ya Rabb’iiii; batan gemilere sandal nasiiip eyleee!
(- Aaamiiiiinn..)
- Kapısı bozuk yüznumaralara (tuvalet), mandal nasiiip eyle!
(- Aaamiiinn…)
- Yer altında esilleri-nesilleri kesilmiş kullarına, soğan-sarımsak gabuuğu ihsaaan eyleee!
(- Amiiiinnnn!)
Hoca freni patlayan bir kamyon misali artık hızını alamamaktadır… Köylülerin, şaşkınlıkla birbirlerine bakarak ama süreklilik arz eden “aaamiiiinnn!” nidaları eşliğinde o garip sözlerine devam ediyor;
-Allahım sen; yeraltında unutulmuş ne gadar günahkar, pislik, gudubet, nasbalat içkici-gumarcı varsa onların da taksiratlarını affeyle Allah’ım!
Fakat işte tam da bu anlar içinde, köy nüfusuna kayıtlı fakat içki-kumar yönünden durumları bozuk olanlar hemen oracıkta Hoca’ya itirazda bulunmuşlar… “Biz daha da bu duaya amin demeyiz” durumuna falan getirmişler lafı… Sahte Osman Hoca’da bu sefer demiş ki onlara;
-Susun bakiiim, sizi gidi andır galasıca andaval aylaklar! Bu zamana gadar amin dediiğiiz yeter!.. Hem ben de zaten elde çeküç-keser, yalıdaaaki böyük gayığın hocalıkla alakasız galafat ustasıyım. Benim durumum hepiiizden beter!
***
Güler misin, ağlar mısın?
Bir “hikayeci” tarafından yazılıp yukarıda anlatılanlara belki de güldük ama?... Ama sanırım bu günler içinde bizler, Giresun’da içten içe ağladık ve gözlerimiz hala da nemli galiba…
Yakın zaman geçtiğimiz günlerdi… Giresun’un çok büyük bir rengini, bir nevi kahkaha tufanını, çok güzel ve alımlı bir kalbi; Gömlekçi Salih abimizi kaybettik biz… Bu öyküyü ona ithaf ediyorum. Çünkü arada bir sahte hoca taklitlerini kendisi de yapar, bu tür insanlardan, buraya çok da yazamayacağım cümlelerle o da bahsederdi. Yine güldürürdü bizleri… Nurlarda uyusun güzel insan… Çok uzun yıllarımızın bir arada ama hep neşe içinde geçtiği bu olağanüstü “gülmece ustasının” sebep olduğu kahkahalarımız; şimdi geçmişin o güzel günlerinde ama çok anılarımızın olduğu (kendisine ait gömlekçi dükkanı da dahil), onlarca mekanın artık buğulu fakat şimdi onsuz öksüz kalan duvarlarında yankılanacak artık... Tanrı ona bu dünyadaki güzel amelleri ve o pırlanta gönlünden ömrü boyunca süzülüp gelen dürüst ve temiz kalbinin karşılığıyla muamele etsin.
Onunla kitaplara sığacak kadar çok anılarımız ve hatıralarımız vardı. Bu öykü biraz uzun oldu, şimdi buraya yazamadım. Belki bir gün o görevi de ifa eder yerine getiririz. Bir de, çok değişik, çoğuncası anlamlandırılamaz ama gerçekte çok anlamlı beylik sözleri vardı rahmetlinin... Başına, başımıza gelen her kötü olayda bile o inançlı ve tevekküllü yüreğini konuşturur, beni özellikle çok sevdiği ve çok nazı geçtiği için de, içerisinde yine büyük umut demetleri barındıran o gün yüzü görmemiş sitemlerini dahi büyük bir olgunlukla ve sevecenlikle çok zaman yine bana yapardı. (Liseden, müzik öğretmenimden kalan bir lakaba atıfla), her böylesi kötü olay sonrasında ama o olağanüstü bilge tarafıyla sanki o anki bu tatsız hadiseyi, vakur bir hal ama her zamanki o olgun cümlesiyle geçiştirirdi;
-Olsun be Hacı Muraaat… İncirden vaz geçtik, bari sepeti kurtarabilseydik?
Bir üstteki son ve ikinci cümle, ancak “bir hayat bilgesinden” duyabileceğiniz bir mahiyettedir ve kendi bünyesinde geniş anlamlar barındırır... Aslında Giresun’u, ve onun engin kültürüyle çok zengin sosyal yapısını ve yerel ağızlarını betimler. İşte bu hazineleri saklar, sarmalar.
Fakat artık demem o ki; bu cümleler de son buldu, nihayete erdi artık.
***
Ben hitap şekli olarak kendisine hep “baba” derdim. Yine öyle yapmalıyım sanırım?.. O her zaman ki kalıplaşmış sözlerinle, yine nevi şahsına münhasır unutulmaz bir repliğinle veda ediyorum sana Sali Baba;
“Olsun gözüm olsun… Ne olacaksa olsun… Hem; daha ne kadar ömrümüz kaldı ki?”
Keşke kalsaydı?..
Cennetteki; Arnik Teyze’mize, Semiha ve Nebiye’ye, Abidi ve Nallı ve Tello ve bi’de bak da işte, adını sayamadığım kadar çoklara, yüreğimizden bütün yolculadıklarımıza bizden çook çok selam söyle… Adlarınız, unutulmazdı, unutulmadı.
“Nurlarda uyuyun Siz: Giresun’umun asil evlatları.”
- S O N -
Murat Akyol yazdı.
Ülke ve millet olarak geçtiğimiz bu zor günler içinde bile yaşama sevincimizi hiç mi hiç yitirmeden, yemyeşil ümitlerle yarınlara umutla bakarak, ileriki günlerin bu kara günlerden de başka güzelliklerle geleceğine olan özlemle, aşkla; içten gelen bir inatla günü-günleri devirmeye çalışıyoruz.
Mutluyuz ama yine de her şeye rağmen… Yüzümüz güleç… Kibre, kötü söz söylemeye, hasetlik-fesatlığa ve insanı insan yapan kötü duygu ve düşüncelerden olabildiğince uzak, halen bile “çırak” bir kalemden satırlara düşme iyi veya kötü bu göreceli; sözler, cümleler kurmaya, kitaplar yazmaya çabalıyoruz naçizane... Serde ve sözde biraz “hikayecilik” de var ya işte biz de?...
İşte bu sebebe gelince de;
Bir insanı, işin daha da doğrusu çok yıllardır yazmakla iştigal eden naçizane dizeler ve satırların sahibi bir insanı en mutlu eden şey nedir diye sorarsanız bana, o da, Giresun gibi kendi (kutru-yapısı) belki küçük ama çok yüce gönüllü bir insan topluluğunca oluşturulmuş bu topraklarda yola-sokağa çıktığımda muhatabı olduğum ve “şu samimi cümle bana yeter de artar bile” dediğim o hitap şeklidir bence..
Sağ olsun, var olsunlar sevdiceklerim, sevdiklerim, samimi ve yakın dostlarımdan duyduğum şu hal-hatır cümlesidir bu da;
-Ula naaa’ber la, Hekayeci? (Yerel dilimiz "Girasuncadan" bağımsız Türkçesi: “Nasılsın Murat?”)
***
Bu soru cümlesi karşılığında şunu iyi bilirim ki, bir şehrin varına-yoğuna, hüznüne-mutluluğuna, acısına-tatlısına, kaybına-kazancına, yağmuru-çamuru-karı-boranına, güneşine-bulutuna-yeşiline-beyazına vurgun bir yürekten bu kente dair iyi ya da kötü ama samimiyetinden şüphe edilmeyecek hüsnüniyetli satırlar dökülmüştür çünkü işte bu hitabın karşılığında ilgili kişinin kaleminden… Bir garip Hikayeci, kısaca şehrini, şehr-i Cananını, 50 yıldan fazladır onunla yaşayıp meftunu olduğu Giresun'unu anlatmaya çalışmıştır yıllar yılı ama içten gelen bir sevda karşılığında… Dur durak bilmez, geri dönmez bir inatla, ama sabırla ve aşkla yapmıştır bunu..
Aşılan dağlar, dereler, tepelerde, uzak yakın dolambaçlı yollar, bitmek bilmez uzaklıklarla kavuşulan, daha da kavuşulacak mesafeleri arşınlamıştır… Bu sayılan amaç için geçilen fakat sonuçta da çok zengin bir kültürün izlerini içten gelen bir inatla süren bir deli gönlün dolu yolculuğudur bu… Takdir görmeyi beklemeden, ün-anıt-para-pul-bakiye ya da taltifler istemeden… Bir hal-hatır cümlesi çoktur bile ona, o güzeller güzeli Giresun lehçesiyle, Girasunca tabiri ile;
-Ula naaber la Hekayeci?
***
Az öncelerde sayılan bu yüksek amaçlar için, işte yine dereler-tepeler aştık… Bu yollardan topladığımız ilk öykümüzse işte şimdi işte başlıyor.
Sene 50’li yıllar… Giresun’un en yakın ilçesi Keşap’ımızın bir sahil ve balıkçı köyü olan Kalecik Hisarüstü Köyü’ndeyiz şimdi.
Eski ama o yıllar özelliğini henüz yitirip kaybetmemiş o çok güzel Ramazan aylarından birindeyiz bu geçmiş zamanda... O gün köyde çok hummalı bir çalışma var. Kazanlar kaynamış, bir şölen havasındaki ziyafet yemekleri hazırlanmış, börekler açılmış, lokmalar dökülmüş… Çünkü köyün, o zamanlar bu civarlarda adı bir efsane gibi anılan ve devrin gerçek erenlerinden biri sayılan bir ulu misafiri varmış o akşamki iftarda… Adı; “Tirebolulu İmam Osman” olan bu ulu zat gelecek, onun da bu mübarek güne katacağı büyük şeref eşliğinde iftar yemekleri yenilecek, köyün camisinde yine onun kıldıracağı teravih namazı eda edilip, ardından da onun o çok tatlı diliyle sürüp de giden muazzam sohbetinden tüm köycek hep birlikte feyz alınacakmış… Bu dini ve yüce sohbetlerle; uslanmaz günahkarlar imana gelecek, içkiciler-gumarcılar bir halle-yola girecek, kör olmayasıca gözlerinin bir kenarı mütemadiyen dışarıda olan kimi gart zamparalar, bu kötü huylarından da el ayak çekecekmiş güya?..
Tabi, o mübarek gün içindeki dilek ve temennilerin hepsi de bu yöndeymiş… Fakat böylesi büyük beklentilerin sonunda mutlak bir terslik olur, illaki bir hayal kırıklığı yaşanır ya hani?... Bu köyün halkının başına da işte o talihsizlik gelmiş. Meşhur hoca Tirebolulu İmam Osman Efendi, bir önceki akşamki iftarda fazla yediği yemeklerden olacak, midesini bozmuş meğerse.
O yıllarda irtibat-iletişim öyle şimdiki gibi bir telefonun ucunda da değil. Yolculuklar bile at sırtında, bilemedin katır-eşek eşliğinde yapılıyor. Bu kötü haberi henüz almayan, alamayan köy yerinde vakitse, akşam ezanı zamanlarını bulmuş... Hoca ve maiyeti, ortalarda görünmüyor… Köyün muhtarı, azaları ve tüm ileri gelenleri ise kıvrım kıvrım kıvranmaya başlıyorlar bu terslikten dolayı. Ahaliye köye getireceklerine söz verdikleri bu namlı misafirlerinin halen ortalarda görünmemesini açıklayamıyorlar.
Bahsedilen bu günler içinde de köyde; o gün işe yeni başlayıp da sahilde kayık yapan bir başka Osman daha varmış… Bu kişiyse, yalıdaki yeni büyük bir kayığın kalafatlarını yapmaya o gün gelen birisiymiş… Fakat kalafatçı Osman Usta çok şakacı, üstelik birkaç tahtası eksik sayılabilecek derecede biraz kafadan kontak, biraz nüktedan, biraz da fazlaca rahat bir Ademoğluymuş… Yemek için gelip de oturacağı sofraya varmadan önce ellerini yıkamak için çeşme başındayken, köy muhtarı ve yanındakilerin bu sıkıntılı hallerini görüp üzülüyor bu... Ardından da onlara bu konu hakkında bir nevi boş konuşsa da, cevap olarak dudaklarından şu cümleler dökülüyor;
-Ula uşaklar, üzüldüüğüz şeye bak?... Bu Tirebolulu Osman Hoca’yı bu köyde cismen kim taniii?.. Heç kimse!… E, peki benim adım ne?... Benimkisi de Osman…. Bu mendabur belli ki su gaynattı, gelmeyecek! Bak, ezansa okundu okunacak… Siz şimdi heç bi işe garışmayın. Tirebolulu Osman Hoca Hazretleri, bu dakkadan sonra benim! Yalanımı ortaya çıkaranın da var, ağzına vurmiye hazır, habu elimdeki galafat yaptığım nalıncı keserim!
Çaresiz kabul etmişler bu teklifi de, bu delibaş ustanın kendilerinden istediklerini de... Ona hemen bir cüppeyle, bir sarık bulmuşlar. Yüzüne, koyun derisinden sakal bıyık uydurmuşlar. Eline de bulup buluşturup, en büyüğünden kehribar bir tespih tutuşturmuşlar.
Derken bütün köy, iftar yemeğine oturmuş büyükçe sofraya… Fakat yemekten önce bir dua yapılacak, öyle ya? Köye gelen kişi, öyle yalı yulu bir adam değil ki?... Gosgocaaa, Tirebolulu İmam Osman Hoca… Hemen diğer sahte Osman Hoca’yı ahaliyle tanıştırıp, ona büyük hürmet eşliğinde saygıyla söz vermişler. Bu durumdan sonra henüz daha çakma Hoca duasına başlamadan da, herkesler onun elini öpüp, cüppesine, sakalına yüz sürmeye başlamışlar bile… Ardından da Hoca, yemek duasına başlamış:
- Eüzü bi tavazenelleziii, pırasa bişti mi bir bak!...
- Çok zor durumdayız uşaklar, işler sarpa sardı, elham-ı şak şaaak!
- Entari giydiiim, ak-paak! Asker-i düzenimiiz rap raap! Piyaaaz-i sirkeli varsa bu çok eyi bişii masadaaa, kap kaaap!
***
Bütün ahali, duanın bu ilk bölümünden hiçbir şey anlamasalar ve içlerinden; “acaba bu bizim bilmediğimiz bir dua mı?” diye geçirseler de, yine de Hoca’ya her dua aralığında hep bir ağızdan karşılık vermişler:
-Aaamiiiiinn!
Sahte Hoca ilerleyen bölümde biraz da hedef şaşırtarak o ibretlik ama evlere şenlik duasına devam etmiş:
- Ya Rabb’iiii; batan gemilere sandal nasiiip eyleee!
(- Aaamiiiiinn..)
- Kapısı bozuk yüznumaralara (tuvalet), mandal nasiiip eyle!
(- Aaamiiinn…)
- Yer altında esilleri-nesilleri kesilmiş kullarına, soğan-sarımsak gabuuğu ihsaaan eyleee!
(- Amiiiinnnn!)
Hoca freni patlayan bir kamyon misali artık hızını alamamaktadır… Köylülerin, şaşkınlıkla birbirlerine bakarak ama süreklilik arz eden “aaamiiiinnn!” nidaları eşliğinde o garip sözlerine devam ediyor;
-Allahım sen; yeraltında unutulmuş ne gadar günahkar, pislik, gudubet, nasbalat içkici-gumarcı varsa onların da taksiratlarını affeyle Allah’ım!
Fakat işte tam da bu anlar içinde, köy nüfusuna kayıtlı fakat içki-kumar yönünden durumları bozuk olanlar hemen oracıkta Hoca’ya itirazda bulunmuşlar… “Biz daha da bu duaya amin demeyiz” durumuna falan getirmişler lafı… Sahte Osman Hoca’da bu sefer demiş ki onlara;
-Susun bakiiim, sizi gidi andır galasıca andaval aylaklar! Bu zamana gadar amin dediiğiiz yeter!.. Hem ben de zaten elde çeküç-keser, yalıdaaaki böyük gayığın hocalıkla alakasız galafat ustasıyım. Benim durumum hepiiizden beter!
***
Güler misin, ağlar mısın?
Bir “hikayeci” tarafından yazılıp yukarıda anlatılanlara belki de güldük ama?... Ama sanırım bu günler içinde bizler, Giresun’da içten içe ağladık ve gözlerimiz hala da nemli galiba…
Yakın zaman geçtiğimiz günlerdi… Giresun’un çok büyük bir rengini, bir nevi kahkaha tufanını, çok güzel ve alımlı bir kalbi; Gömlekçi Salih abimizi kaybettik biz… Bu öyküyü ona ithaf ediyorum. Çünkü arada bir sahte hoca taklitlerini kendisi de yapar, bu tür insanlardan, buraya çok da yazamayacağım cümlelerle o da bahsederdi. Yine güldürürdü bizleri… Nurlarda uyusun güzel insan… Çok uzun yıllarımızın bir arada ama hep neşe içinde geçtiği bu olağanüstü “gülmece ustasının” sebep olduğu kahkahalarımız; şimdi geçmişin o güzel günlerinde ama çok anılarımızın olduğu (kendisine ait gömlekçi dükkanı da dahil), onlarca mekanın artık buğulu fakat şimdi onsuz öksüz kalan duvarlarında yankılanacak artık... Tanrı ona bu dünyadaki güzel amelleri ve o pırlanta gönlünden ömrü boyunca süzülüp gelen dürüst ve temiz kalbinin karşılığıyla muamele etsin.
Onunla kitaplara sığacak kadar çok anılarımız ve hatıralarımız vardı. Bu öykü biraz uzun oldu, şimdi buraya yazamadım. Belki bir gün o görevi de ifa eder yerine getiririz. Bir de, çok değişik, çoğuncası anlamlandırılamaz ama gerçekte çok anlamlı beylik sözleri vardı rahmetlinin... Başına, başımıza gelen her kötü olayda bile o inançlı ve tevekküllü yüreğini konuşturur, beni özellikle çok sevdiği ve çok nazı geçtiği için de, içerisinde yine büyük umut demetleri barındıran o gün yüzü görmemiş sitemlerini dahi büyük bir olgunlukla ve sevecenlikle çok zaman yine bana yapardı. (Liseden, müzik öğretmenimden kalan bir lakaba atıfla), her böylesi kötü olay sonrasında ama o olağanüstü bilge tarafıyla sanki o anki bu tatsız hadiseyi, vakur bir hal ama her zamanki o olgun cümlesiyle geçiştirirdi;
-Olsun be Hacı Muraaat… İncirden vaz geçtik, bari sepeti kurtarabilseydik?
Bir üstteki son ve ikinci cümle, ancak “bir hayat bilgesinden” duyabileceğiniz bir mahiyettedir ve kendi bünyesinde geniş anlamlar barındırır... Aslında Giresun’u, ve onun engin kültürüyle çok zengin sosyal yapısını ve yerel ağızlarını betimler. İşte bu hazineleri saklar, sarmalar.
Fakat artık demem o ki; bu cümleler de son buldu, nihayete erdi artık.
***
Ben hitap şekli olarak kendisine hep “baba” derdim. Yine öyle yapmalıyım sanırım?.. O her zaman ki kalıplaşmış sözlerinle, yine nevi şahsına münhasır unutulmaz bir repliğinle veda ediyorum sana Sali Baba;
“Olsun gözüm olsun… Ne olacaksa olsun… Hem; daha ne kadar ömrümüz kaldı ki?”
Keşke kalsaydı?..
Cennetteki; Arnik Teyze’mize, Semiha ve Nebiye’ye, Abidi ve Nallı ve Tello ve bi’de bak da işte, adını sayamadığım kadar çoklara, yüreğimizden bütün yolculadıklarımıza bizden çook çok selam söyle… Adlarınız, unutulmazdı, unutulmadı.
“Nurlarda uyuyun Siz: Giresun’umun asil evlatları.”
- S O N -
Habere ifade bırak !
Bu habere hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Habere ait etiket tanımlanmamış.