İlgimi çeken her kitabı sayfalarını didik didik ederek okumak isterim. Okurum da. Bu, istek hiç eksilmez. Nedir ilgimi çeken kitaplar? Şiir, deneme, inceleme, araştırma, öykü… İlk tercihim şiir ve şiirle ilgili kitaplardır. İster divan, ister halk, ister modern, ister dünya; şiir üzerine yazılan araştırma, inceleme, deneme kitaplarına bayılırım. Elime aldığım her kitabı notlar alarak, satırların altlarını çizerek, gerektiğinde diğer kaynaklara başvurarak, gerektiğinde sözlüklere bakarak sindire sindire okurum. Bu, şiir dışında öykü, roman, anı, yaşantı vb. diğer türlerde yazılan kitaplara ilgi duymam ya da bu tür kitapları okumam anlamına gelmez. Yeter ki bana göz etsin; onları de severek, isteyerek, keyif alarak okurum.
Son okuduğum “Kelebeğe Dokunma” adlı öykü kitabı. Bu yaz, Görele'ye gelen Emine Azboz hocam, öykü kitabını eşimin ve benim adımıza imzalayarak verme inceliğini gösterdi. Kendisine müteşekkiriz. Telefonla görüştüğüm, doktor eşinin doğup büyüdüğü Görele'ye geldiğinde buluşup edebi sohbet ettiğim, yakından tanıdığım, sıcakkanlı, üretken bir yazar Azboz. Daha önce çıkan “Atatürk'ün Fedaisi Topal Osman” ve “Hoşçakal Herodot” adlı kitaplarını da ilgiyle okudum. Dili, dantel örer gibi nazik ve özenli kullanıyor. Yetkin bir kalem!
Birkaç saatte okuyup bitirebileceğim kitabı, iki günde okudum. Notlar aldım, bazı satırların altını çizdim. Sayfaları çevirdikçe hüzünlendim, üzüldüm, acı duydum; kızdım, öfkelendim; yer yer de mutlu oldum… Bazı cümleler, kavram ya da sözcükler beni başka kitaplara götürdü. Elimin altında olanlarla kolayca buluştum; olmayanlara bilgisayarımdan ulaştım. Yedi öyküden oluşan kitabın son öyküsünü de okuduğumda yeniden düşündüm, duygulandım; yeniden düşler kurdum... Sözün özü kitapla konuştum, dertleştim, bütünleştim…
Adını ilk öyküden almış, kitap: Kelebeğe Dokunma. Bir simge kelebek! Van'ın Gevaş ilçesinin bir köyünde doğup büyüyen Narin adlı kızın simgesi. Almanya'da çalışan baba, eşini ve çocuklarını da yanına alır. Bu, eğitimi ve yetişmesi açısından iyi bir başlangıçtır, kelebeğin. Dil öğrenir, okula gider… Genç kız olur. Alman bir gence gönlünü kaptırır. İşin içine töre girer. Kelebeğin “kara bahtı, kem talihi” böyle uç verir. Öyküyü okurken Orhan Seyfi Orhun'un yılarca dillerden düşmeyen duygulu, içli şiiri geliverdi usuma. Şiirde dile getirilen kelebek ile Narin kızın yaşantısı ne kadar da örtüşüyor:
Benim gönlüm bir kelebek
Dolaşıyor çiçek çiçek.
Tükenecek ömrü böyle
Çırpınarak, titreyerek.
Öykülerinde kadınları öne çıkarmayı, önde tutmayı yeğliyor, Azboz. Kitaptaki ikinci öykünün iki kahramanı da kadın: Nermin ve Sevgi. Çocukluklarında ailelerinden yeterince ilgi ve sevgi görmeyen; bunun eksikliğini daima yüreklerinde taşıyan iki kadının sıkıntılı, çalkantılı yaşamından kısa bir kesit aktarılıyor. Yalnız yaşamak zorunda kalan bu iki kadının acıları, gözyaşları, mutsuz ve huzursuz oluşları ustalıkla işleniyor. Baş başa veren iki kadın, birbirlerine destek olarak yaşadıkları açmazdan kurtulmanın “dönüm noktası”nı arıyorlar…
Üçüncü öykü yine kadın üzerinden kurgulanmış. Güngörmüş geçirmiş Nebiye nine kendinden yaşça çok büyük olan ve uzun süre önce vefat eden kocası Uzun Reşit'i anlatır, torununa. Geçimsizdir, huysuzdur, kavgacıdır Uzun Reşit. Olumsuz bir tiptir. Eve ve çevreye korku salmıştır. Nebiye nineyi yöresel ağız ile konuşturur, Azboz. Bu, öyküye içtenlik, doğallık katar. Öykünün en acı, en dramatik bölümü görücü usulü, rızasız yapılan evliliktir. Düğün bitmiş herkes evine çekilmiştir. Gelin odasına yaşlı bir adam gelir, Nebiye gelinin yanına oturur. Korku, merak ve panik içindedir Nebiye gelin. İster ki bu yaşlı, kart adam odadan çıksın ve hayalindeki genç damat içeri girsin. İçine düşen kurt beynini kemirir durur. Huzursuzdur. Sıkılır, daralır, sabırsızlanır, telaşlanır, kıvranır… Dayanamaz daha, bir mani çıkıverir ağzından:
Uyku geldi bedene
Gül sarıldı dikene
Kalk git dede evine
Uğlun gelsin yerine!
Maniyi söyler söylemesine de bir ürperti düşer bedenine. Korkar, çekinir… Tepkisini anlamak için yaşlı, kart adamın yüzüne bakmaya cesareti yoktur. Akıllı adamdır, Uzun Reşit. Gelinin ne demek istediğini “şıp diye” anlar. Kafasını kaldırır, Şöyle bir bakar Nebiye geline. Sert yüz hatları yumuşar. Maniyle cuvap (yanıt) verir:
Uyku gelir bedene
Gül sarılır dikene
Dede de ben uğlan da ben
Dede seni aparır
Al yanağını koparır.
Nine o gün bu gün içinde taşıdığı derin acıyı, ilk kez dışa vurur: “Uy başıma gelenler! Te be ben, bu yaşlı adamla evlenmişim!..” Öykünün ilerleyen bölümünde, ürküntü veren bir bölüm vardır: Kedinin bacağını ayırmak! Bu tam bir faciadır!
Töre böyle diye sormadan, danışmadan; rızasını almadan kızlarını yaşlı, kart adamlara veren aileler… Verdim gitti anlayışı ile evlendirilen kızların gelin gittiği evlerde hor görülmeleri, itilip kakılmaları, gün gün artan kaynana, kaynata, koca baskıları, yoksulluk, geçimsizlik… Bir zamanlar Anadolu'nun bağrında onulmaz bir yara olan bu akıl dışı, izan dışı, çağ dışı evlilikler, bir kadın yazarın kaleminden dökülüyor, sayfalara… Ne hazin, ne dramatik!..
Bir sonraki öyküde, halk arasında 'amansız hastalık' diye bilinen kansere yakalanan Mine öğretmenin tedavi sürecinde çektiği sıkıntıları, acıları, travmaları, moralsizlikleri, bozulan psikolojik durumu işleniyor. Sağ göğsü alınır, Mine öğretmenin. Bedenin önemli bir uzvunun alınması ile başlayan zor süreçlere vurgu yapmak amaçlı olsa gerek Azboz, “Bir Yanım Bomboş” başlığı altında kaleme almayı uygun bulmuş, öyküyü. Gerçekten de Mine öğretmenin sağ yanı bomboştur. Moralsizdir. Miskin miskin evde otururken radyoyu açar, yanık bir ses odayı kaplar. Dinlediği şarkı dokunur, Mine öğretmene. Ağlamaya başlar...
Ne olur anla beni
Koma bu canla beni
Onmaz yaralarım var
Acıma dağla beni
Ben sevdalar çölüyüm
Keder mihnet gölüyüm
Yaşayan bir ölüyüm
Kerem et sağla beni
Sözleri H. Lami Ergül'e bestesi Fethi Karamahmudoğlu'na ait olan bu şarkı, yeni mezun bir hayvan salık memuru iken görev yerinde attan düşerek felç olan ve ömrünün sonuna kadar felçli yaşayan H. Lami Ergül'ün dramatik öyküsüdür. Bu şarkıyı her dinleyişimde hüzünlenirim, duygulanırım; gözlerimden yaşlar süzülür. Hem söz yazarını hem de bestekârı yakından tanıdım. İkisi de Görele'nin iki seçkin değeri. Bir ara kitabı elimden bıraktım, gözlerimi kapadım; düşündüm, düşündüm… Kanuni Sultan Süleyman'ın ünlü beytini anımsadım, birden: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”. Mine öğretmenin sıkıntılı durumu bir yanda; H. Lami'nin acıklı durumu diğer yanda… Sağlıktan önemli ne olabilir ki?
Sağ göğsünü aldırmıştır; yorgundur, bitkindir; canevi sızım sızım sızlamaktadır… Mine öğretmenin sözleriyle son bulur öykü: “Yaşıyorum. Sağım. Sağ yanım bomboş ve sızlıyor. Sevenlerim ve sevdiklerim yanımda. Mutluluk bu değil mi? Mutluyum. Yaşayacağım kansere inat”…
Azboz, “Bir Portakal” adlı öyküde, Fırat'ın kıyısında bir köye atanan gencecik, kara yağız, uzun boylu öğretmen Murat'ı tanıtıyor, ilkin. Sonrasında öğrenciler, köylüler ve köyün ağası… Sayfalar devrildikçe ilgi ve merak artıyor gitgide; kızgınlık öfke de… Köy ağanındır; köylüler yarıcı! Ağanın karşısında kendi eşlerinin, köylülerin dahası hiç kimsenin söz söyleme, kendini savunma hakkı yoktur. Köydeki herkes korkar, çekinir ağadan. Astığı astık, kestiği kestik misali tek egemen güçtür, ağa. İstediği her şey olur; istemediği hiçbir şey olmaz. Ağanın genç eşi çok hastadır. Ağa günlerce acı içinde kıvranan eşini doktora götürmez; ölmesini bekler. Eşi ölürse göz diktiği genç kızı alacaktır.
Hasta kadını doktora götürmek için çırpınıp durur öğretmen. Ağa korkusundan hiçbir köylü destek olmak istemez öğretmene. Her yolu denemiştir, fakat nafile! Çaresizdir. Bir yol kalmıştır artık. Son bir yol! Öğrencilerle işbirliği yapmak! Öyle de olmuştur. Hasta kadın ilçeye doktora götürülür. Apandisti patlamak üzeredir, doktor müdahalesi ile kurtulur. Birkaç gün hastanede kaldıktan sonra yeniden sağlığına kavuşur ve köyle döner. Bu büyük bir başarıdır. Böylece ağanın pis planı gerçekleşmez. Müteşekkirdir Murat öğretmene kadın. Yolunu gözler Murat öğretmenin. Hastanede kendisine verilen portakalı yememiş, göğsüne saklamıştır. Gerisini öyküden aktaralım: “Ürkek ürkek sağa sola bakındı. Kimsenin olmadığından emin oldu. Bu kez kaçmadı. Onun (Murat öğretmen) şaşkın bakışları altında, konuşmadan elini göğsüne daldırdı. Bir buruşuk portakal çıkardı. Murat'ın eline verdi. Hızla kapının ardından kayboldu sonra”…
Sonuçta iyinin kazandığı kötünün kaybettiği bu öykü, beni, on beş yaşında elimden bırakmadan ilgiyle, merakla okuduğum “İnce Memed” romanına götürdü. Romanda, İnce Memed, zalim, zorba, acımasız Abdi Ağa”ya karşı; bir anlamda ağanın köydeki ve devletteki egemenliğine karşı zorlu, çetin bir mücadele girişiyor ve sonuçta ağayı devirmeyi başarıyordu… Tıpkı zorba Abdi Ağa gibi bu zorba ağa da devrilmiştir.
“Kışın baharla kucaklaşmaya, soğuğun pılısını pırtısını toplamaya çalıştığı zamanlar. Güneş cömert. Onun ılık nefesini hisseden Toprak Ana 'Bahar geldi!.. Bahar geldi!..' diye sevinçle haykırıyor.“ Böyle duygulu, sıcak bir giriş yapıyor daha ilk paragrafında “Küçük Fidan” adlı öyküsüne Azboz. “Güneşin, ateşin, müziğin, sanatın, şiirin tanrısı Apollon'un Anadolu'da çaldığı kayra sesi geldi kulağına derinden.” cümlesi ile yeni ufuklar açıyor, okuyucuya. Paragraftan paragrafa geçerken neler neler gelmiyor ki usuma… “Çok uzaktan dokuz kızı, dokuz oğlu olan toprağın oğlu yaratıcı tanrı Ülgen, Apollon'a karşılık verir Asya'dan”… Mitolojik bir dünyada hissediyorum kendimi. Bir yanda batı (Yunan) mitolojisi diğer yanda doğu (Altay) mitolojisi! Bir ondan bir bundan mitolojik anlatıları ustalıkla harmanlıyor, Azboz: “Toprağın sesi, Kayra'nın sesine karışıp da Olimpos'un zirvesinde Zeus'a göğün yedi kat mavisindeki Ülgen'e ulaştı.” Biri Yunan mitolojisinden ses veriyor; diğeri Altay mitolojisinden nefes… Daha neler yok ki bu öykünün içinde: sevgi tanrısı Afrodit, oğlu Eros; bereket tanrısı Demeter… Mitolojik atmosferden kolayca Hamal Hasan'a geçiş yapılır. Toprak sevdalısı bir ihtiyardır, Hamal Hasan. Doğadaki uyanışı, dirilişi hayranlıkla, sevgiyle gözler. Birden bir ses duyar “Merhaba Hamal Hasan. Merhaba!” Çevresine araştırıcı gözlerle bakar hiç kimseyi göremez… Derken yeniden “Merhaba!” diye bir ses duyar… Bu satırları okurken Sait Faik Abasıyanık'ın unutulmaz öyküsü “Hişt, Hişt”i anımsıyorum.
Doğanın kucağında, küçük kulübesinde eşi Hatice ile huzur içinde yaşar, Hamal Hasan. Toprakla yoğrulur; filizlenen fidanlarla mutlu olur… Toprak insan ilişkisini çok güzel dile getirmiştir ozanlarımız. İşte Behçet Necatigil:
Pan\'ın teneffüsü bile
Ilık, okşamakta yüzü!
Devedikenleri, çalılık vesâire
Bir âlem bu toprakların üstü.
Tabiatla haşır neşir
Kırlarda geçen ikindi vakti.
Sakin, dinlenmiş, rahat
Bir gün daha bitti.
İşte Âşık Veysel! Sazı ile sözü ile toprağı anlatıyor:
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır…
Öyküden bu dizelere; bu dizelerden öyküye gidip geliyorum… Pan! Yunan mitolojisinin pastoral tanrısı Pan! Kırların ve çobanların tanrısı yarısı keçi, yarısı insan Pan!.. Sıcak, tatlı düşlere dalıyorum. Direnmenin, sabrın ve başarının simgesi küçük bir fidan, mitolojik kahramanlar… Başarıyla harmanlanmış.
Kitaptaki son öyküde, bir çocuk belleği ile ölüm sorgulanır. İlçede çalkalanan bir haberle küçük yaşta 'ölümün soğuk yüzü' ile karşılaşır çocuk: “Delikeçi kendini cipiyle Acı Göl'e atıp canına kıymış!”… Köy, bu elim olayla çalkalanır, günlerce. Derken bir gün köye konuk olarak gelir, Hızır. Çalmadık kapı bırakmaz. Hiç kimse evinde konuk etmek istemez, onu. Son kapıyı çaldığında kucağında bebesiyle genç ve güzel bir kadın karşılar Hızır'ı; çekinmeden içeri davet eder. Söylence o ki Hızır'ın “Çocuğunu al, ardına bakmadan yürüyüp köyü terk et” tavsiyesi ile genç kadın sabahleyin, bebesi ile evden çıkar, arkasına bakmadan köyden uzaklaşır. Ardından Hızır'ın gazabı ile köy derin bir acı göle döner… Delikeçiyi alıp da vermeyen bu lanetli göldür! Oysaki gerçek adı Fikret olan Delikeçi, büyükle büyük, küçükle küçük, şakacı, yumuşak, kimseyi kırıp incitmeyen birdir. Ölmüştür!
Kafası karışan çocuk, “Ölüm nedir, insan nasıl ölür, ölünce nereye gider, orada ne yapar, nasıl yaşar?” sorularına yanıt bulmak için çırpınır. Büyük bir korkuya kapılır: Kendisi, kardeşleri, annesi ve babası da ölecek midir? Bu satırları okurken Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın ölüm temasını işleyen “Ağır Hasta” şiirini düşündüm, bir an. Bu şiiri her okuyuşumda acı, ürperti, korku kavramlarıyla burkulur yüreğim.
Üfleme bana anneciğim korkuyorum
Dua edip edip, geceleri
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.
Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgârlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir.
Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış.
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona, susamış.
Öykünün ilerleyen bölümlerinde, ikinci süt dişleri çıkan güngörmüş, çok okuyan, olgun, bilge bir ihtiyar kadın anlatılır. Kara Fatma'dır, bu. Hastadır; ölüm döşeğinde yatmaktadır. Son sözlerini söyler: “Ben bu dünyada günümü gördüm. Kürkümü giydim. Unumu eleyip eleğimi astım. Bundan böyle ölüm benim için düğün bayram. Ardımdan hiçbiriniz ağlamayacaksınız. Cenazem kalkarken davul zurna çaldıracaksınız. Bu da benim düğünüm.” Düşündüm: Gençlerin ölümü “gök ekini biçmek”; Kara Fatma'nın ölümü düğün! Bu satırları okurken iki büyük ozan geliverdi usuma. Biri Yunus Emre, Diğeri Mevlana! Yunus Emre “ Bu dünyada bir nesneye/ Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere /Gök ekini biçmiş gibi” der. Her yıl, Konya'da, düzenlenen Mevlana etkinliklerinin en dokunaklı, en duygulu bölümü düğün gecesi anlamına gelen “Şeb- Arûs” törenidir. Mevlana için ölüm, düğün gecesi, Tanrıya kavuşma gecesidir.
Şiirde çokça işlenen temalardan biridir, ölüm. Öykülerde de romanlarda da yer verilir, bu temaya. Cemal Süreya'nın şiir dilinde “Her ölüm erken ölümdür”; Fazıl Hüsnü Dağlarca dizelerinde “İnsan nasıl ölebilir / Yaşamak bu kadar güzelken?” der… Ya diğer ozanlar? Ne dizeler gelip geçti aklımdan, ne dizeler…
Öykülerin çoğunda birincil kişiler, kadın olarak kurgulanmış. Yer yer yöresel ağızlarla konuşturulmuşlar. Bu da öykülere doğallık, akıcılık katmış. Her bir öykü, daha ilk paragraflarda ilgi ve merak uyandırıyor. Öykülerin insanı çeken bir yanı var. Kendini kolayca okutuyor, kitap.