Güneş açtı, havalar ısınmaya başladı, ağaçlar çiçek açıyor. Baharın gelişi, doğanın yeniden canlanmasını tekrar tekrar izleme fırsatını sunuyor bizlere. Osman Saba’nın Bahar şiirinde söylediği gibi, ’’ bu baharda güleceğiz en içten sevinçle, bir melek ordan bize uzatacak elini. Beni bırakma kalbim, kalbim sen bana, ümitlerin en güzelini!’’
Her bahar geldiğinde farklı bir psikolojiye bürünürüz, kalbimiz pır pır, yüreğimizde anlamsız bir yumuşaklık..
Yüreğinin yumuşaklığını koruyor musun? Sistemin seni karıştırmasına izin veriyor musun?
İzin verme, tüm duyguların, yaşamın ifadeleri bedeninde biçim buluyorlar, onlar birer hediye.
Öfken zaman zaman bir kasırga gibi esebilir, böylece neye hayır diyeceğini, nerede sınırlarını çizeceğini bilirsin. Korkun bazen buz gibi üşütebilir ve sen kendi yanında durmayı, kendine ebeveyn olmayı öğrenebilirsin. Kaygın seni gölge gibi kovalayabilir, bu sayede kendini yatıştırmayı keşfeder ve sınırların ötesine geçmeyi deneyimleyebilirsin.
Bedeninde yorgunluğu hissetmek, sana dinlenmen gerektiğini fısıldar, içinde coşkuyla uyandığında, bazen hiç beklemeden bir şarkı açar dans etmeye başlarsın. Keder bir sabah içine çöreklendiğinde, yasını tutmadığın kayıpların, üzücü anların durgunluğuna, gözyaşlarına alan açarsın.
Kimi zaman o anda yükselen duyguyu karşılar, bedenler ve yaşarız. Duygu ifadesini tamamlar, akar ve gider. Kimi zamansa, o duyguya açacak kucağımız olmaz. Kaynaklar o denli kısıtlıdır ki, ancak yaşayıp devam etmeye yeter. Durup ağlamaya, hissedip kapanmaya, küsüp yalnız kalmaya, gücümüz, kabımız, şefkatimiz yetmez. O vakit, duygunun üzeri gece gibi örtülür ve bunu neredeyse fark etmeden yaparız. Duygu, tek bir yaprağını dahi açmamış bir tomurcuk gibi kalakalır. Yarıda kesilmiş her duygu, her bedensel cevap, bir gün yeniden tamamlanmayı bekleyen açık bir ajanda olur. Kalbimiz, hissedilmeyen, atlatılmış hüzünler, acılar, coşkularla hissedemez oluruz.
Düzen açgözlü. Hissedemeyen çocuklar istiyor, birbirine ve kendi duygusuna yabancı insanlar. O denli yabancı ki, kolayca nefret ediyor. O kadar tatsız ki herkese saldırıyor, laf sokuyor, o kadar mutsuz ki, sürekli ‘’ben, benim, bana’’ diyor. Bu, biz birbirimizden ve kendi bedenlerimizden koptukça prim yapan tüm sistemlerin pek işine geliyor.
Yüreğini, yumuşaklığını koru. Sistemin seni katılaştırmasına izin verme. Dünyanın iyi bir yer olmasına dair umudunu koru. Bir zamanlar katılaşıp üstünü örtmekten başka çaren olmadı, şimdi buna sarıl, insanlığın içindeki bağ kurma, bir araya gelme, birbirini gözetme gücüne güven.
Buna kendi duygularında tanışarak başla, kendi hallerinle buluşarak. Hangi duygu gelirse gelsin, ona bedenlenecek bir alan açarak. Onu acı tatlı demeden ağırlayarak, ona zaman vererek, hissederek. Kafandaki bir kurguda yaşamayı bırakıp, bedenindeki titreşimlere, canlılığa, bedeninin sesine kulak kesilerek.
Bedeninde ortaya çıkan ne varsa, can kulağıyla dinle. Kendine bir anne, bir dost, bir kardeş ol. Yalnız değilsin... Birlikteyiz... Yarıda kalmış süreçlerini tek başına tamamlamak zorunda değilsin. Terapiden, uzmanlardan, gruplardan destek alabilirsn.
Biz birlikte iyileşiriz, birlikte kırıldığımız gibi. Çemberler tamamlandıkça tam, gerçek ve ait hissederiz.
Yarıda kalmış duygular ifade buldukça bütünleniriz. İnsan olmayı kırılgan olmayı ve bu haldeyken güvende olmayı hatırlarız. Tıpkı annelerimizin göğsündeki ilk uykumuz gibi.
Bahar geldi, çiçekler açtı, hadi canlan biraz, aç pencereni, bırak bahar esintisi evinize neşe getirsin,
kuşların, denizin, doğanın sesini dinle, kalbini aç, yaşamanın tam zamanı...
Ha gayret, davet benden cesur adımlar atmak sizden...