YOL HİKAYELERİ (Tefrika No: 4567)

Bendeniz; tek kişilik, ayak üstü komedi yapabilecek bir kişi miyim?..Bu da nereden çıktı? Tabi ki değilim! (Yabancı tabiriyle yazmak hiç istemedim ama yeniler adına, Stand up diyor.) *** Çok yıllar önceydi… Davetlisi olduğumuz Uluslararası Trabzon Edebiyat Festivali’nin (UTEF) kapanış galasındaydık. Zaten de beş gün kadar orada kalıp, İran’lı, Rus, Azeri ve Gürcistan’lı üstatlar ile Karadeniz yöremizin Edebiyatçılarıyla her günü başka bir mekanda olmak üzere çeşitli edebi ve sanatsal olaylara katılmıştık. Özellikle akşamları, beraber konakladığımız otelde bu değerli insanlarla uzun uzun sohbet etmek ve onların bu kıymetli Edebi sofralarında bulunma bahtiyarlığına eriştik. İçlerinde yazarlar, şairler, öğretmenler, akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar ve edebiyatla ilintili mesleklerin farklı kulvarlarında (mesela, yayıncılar) olan insanlarla tanıştık. Dost olduk, arkadaş olduk. Festivalin kapanışı da, Trabzon Havaalanı’ndaki açılışı ve beş gün süren o zaman aralığı gibi güzel oldu. O yılın konusu: “Yol ve Mekan”’dı. (Esma Ala Türkmen ablamızın sözkonusu emekte büyük payı vardır, kendisine selam, sevgi, saygı.) Katılımcılardan ve anlatıcılardan biri olduğumuz, hikayeci olduğumuz için de son günde bizim payımıza ise “Yol Hikayeleri” düşmüş. (Fakat ben bunu henüz bilmiyorum.) Önce kalabalık bir toplulukla hep birlikte yemek yenildi. Ardında yapılan bir anonsla da mikrofon bize verildi!.. Tabi, misafirler arasında Rus yoldaşlar, Azeri ve İranlı gardaşlar, Gürcistanlı ve tüm Karadeniz’den dostlar-arkadaşlar var… İranlı ve Azeri dostlar için tercüman gerekmiyor, onlarla iyi kötü ve bir şekilde anlaşıyoruz kaç günlerdir bir yolunu bulup fakat mesela o yıl Rusya’dan gelen misafirimiz bir Rus profesör ve bu çok ilginçtir, adam Lev Tolstoy’un akrabası!.. Dediğine göre köylüsüymüş, onun köyünden çıktı bu cevval edebiyatçı! Kan çekiyor herasıl? İyi de? Ama şimdi ben bu adama burada ne anlatmalıyım?.. E, bizim Giresun’un ne gadar deli dembelek hikayesini az sonra (çekinmem, başlar anlatırım) anlatacam da, bu adamcağız bizim Girasun’un bunca yerel dilinden, tabirinden, cümle ve söz kalıplarından, ayama ve lakaplarından ne anlar?.. Zavallı tercüman bunca manyaklığı bu garibime nasıl çevirir? Hele hele, adına Giresince dediğimiz ve sadece ama sadece bizlerin bildiği bir yerel dilimiz var ki; az sonra ağzım o yana doğru kayarsa, (Allah ağzımı kitlemesin) bunca yabancı, böylesi bir sunumdan ve işin aslı manyaklıktan ne anlar? Oysa, tercümanlar hazır! Oysa onlar şimdi kurulu saat gibi ağzımdan çıkacak cümleleri bekliyorlar mesleklerini icra etmek, Güzel Türkçemizden söylenecekleri çevirmek için.. … O an misafir olarak bulunduğumuz ilçenin; kaymakamı, (çok değerli Ayhan Yazgan’dır adı. Giresun Vali Yardımcılığı ve Alucra Kaymakamlığı da yapmıştı beyefendi zamanında) belediye başkanı ve mülki amirler var davetliler arasında. Bense onları çok bekletmedim… Bir başladım; Arnik teyze’den girdim, Deli Semiha-Abidi-Hamal Sebahattin’den çıktım… Tello, 50 Bin Enver falan derken yollarda izlerde bu yaşıma kadar başıma gelen komik hadiselerden tutun da, araya birkaç da yol fıkrası falan giydirip; doğruyu-yalanı iyice bir salladım ben hazır olan haziruna... Gırıklı İsiyin’imi de unutmadım. *** Ama ula?.. U’da ne?.. Bi yaşıma taa girdim ben aha’da! Ben bu; “Tolstoy’un köylüsü ha’bu Allah’ın Rus’undan tutun da, İranlı, Azeri, Gürcü milleti beni zaten iplemez, geri galan Türk’ler de konuştuğum bu Giresince’den pek bir şey anlamaz, hepsi de sallar bizi, geçer” derken içimden, bir alkış tufanıdır başladı ki sormayın hemen her "yol hikayesinden" soora, salonda... Goca restoran nümayiş yeri gibi oldu bir anda. .. Ben o anlardı, asla şımarmadım ama birazcık şeeettim yani? Yani gururlandım. Havaya girdim! Arkadaş? Gerçekten ve durup dururken, stand upcu mu oluyorum yoksa ben! … Saate bakmamıştım o süre zarfında ama on beş dakika sahnede kalmışım ben… Gösteri sonunda kaymakam ve belediye başkanı beylerin takdir ve övgü dolu sözlerine mazhar oldum... Gelişen diyaloglar ise az önceki gösterimi aratmayacak cinstendi; -Murat Bey sizi tebrik ederim, inanın çok eğlendik. On beş dakika sahne aldınız ama bir saat on beş dakika daha, keyifle dinlemek isterdik sizi. (Yaa, nerde sahne aldım ben kardeşim? Yemek yiyordum, yemek bitince birden adımı anons ettiler benim! Böyle bişiiden haberim bile yoktu!) -Çok teşekkür ederim Kaymakam Bey, çok naziksiniz efendim, teveccüh ediyorsunuz? Bizimkisi; işte öylesine, doğaçlama, alelacele, birdenbire sahneye atılma ve çok çok amatör çabalar efendim. (Kaymakam Bey’e diyemiyorum ki tam olarak; asılında yarı gerçek- yarı uydurma, sallama, dallama, deli dembelek olaylar ve gonuşuklardı işte dinlediğiniz bütün bunlar?) Kaymakam Bey; -Mütevazılık gösteriyorsunuz üstadım? Onu soruyorsanız, mesela, Cem Yılmaz’ı da canlı izledik! İnanın bana siz kadar ne samimi geldi bana, ne de anlattıkları bu kadar doğal, yalın ve de güzeldi? -Aman efendim estağfurullah! Ne haddimize… Cem Yılmaz bu işlerin duayenidir! (Aslında bunları dilde söylüyorum ama içimden de Kaymakam Bey’e hak veriyorum… Giresun’da Cem’i canlı bende izlediydim… Hiçbir espriye gülmediğim gibi sadece Giresun’la alakalı bir olaya, sadece ağzımı iki yana çekerek ve kerhen bir tebessüm ettiydim yalancıktan... O zamanların bizim belediye başkanı, Cem’in gösterisine iki katlı bir çelenk yolladıydı otuz sene evvel, nedense ve yalnız bir kişi, tek çelenk… Giresun öylesine bir mizah cenneti ki, gösteri sonrasında bizim Cihan da parasını geri istediydi zati Cem’den, bizzat;) -Ver lan benim yedi yüz elli bin liramı!.. Hamal Sebahattin bile bizi senden fazla güldürüyor, parayı götürüp ona verecem! (Burada sözler, olayla ve diyaloglar karıştı sanırsam?.. Biz yine gösteri sonrasına dönelim. Araya ilçenin belediye başkanı giriyor tam bu anda da); -Murat Bey, bunu bir abartı falan gibi lütfen almayın ama sizde bir yıldız ışığı var… Bence bu tür gösterileri yurt çapına yaymalısınız. Özellikle anlattığınız o Giresunun son Ermenisi kadın, Deli Semiha, general hikayesi ve yol hikayelerinizin büyük şehirlerde çok yüksek talep göreceğinize inanıyorum.. (Allahım, Allahım!.. Ula ben buraya nerden düştüm? Artık bunca övgüden kızarıp rahatsız olmaya da başladım iyice.) Nezaketle cevapladım sayın başkanı; -Efendim, çok incesiniz, çok naziksiniz, var olunuz. Fakat bugün burada olan olay bir ilk ve doğaçlama bir durumdu. Ben (o zamanlar) yirmi beş yıllık devlet memuruyum ve aslında bu işlerden hiç anlamam. Sanırım organizasyon komitesi misafirlerimize biraz hoşça vakit geçirtmek için bize bir sürpriz yaptı galiba? Yoksa ben bana verilen kendi konumla ilgili iki gün önce Arsin’de sahne almıştım zaten. (Hakikaten de doğru. UTEF kapsamında Arsin ilçesinde Altın Post efsanesini anlattığım “Amazonların Mitolojideki Yeri ve Giresun Adası Aretias ile Olan Bağları” konulu bir sunumdu bu.) Başkan; -Öyle demeyin üstadım. Böylesi bir yeteneğin kaybolup gitmesi yazık olmaz mı? (Olmaz efendim olmaz, benden bu konuda hiçbir cacık olmaz) diyemedim ben tabi bu naif insana. Kibarca izin istedim, teşekkür-saygı-hürmet ederek ayrıldım yanlarından. Masama geçtim. Günün, işte böylesi bir demet içindeki son sürprizi ise oradan vedalaşıp da ayrılırken geldi de beni buldu. Nereli olduğunu, hangi kavme mensup olup olmadığını hiç bilemediğim, daha önce görmeyip hiç tanımadığım birisi, biz tam kalkıp gideceğimiz zaman benden imzalı fotoğraf istedi! (O anda da aklıma, daha az öncelerde demin aziz dinleyicilerime anlattığım Temel’in bir yol hikayesi geldi: Efendim, Türkiye’de denizlerin altı ile ilgili olan bilim dalı çok bilinmez ya hani?.. Bir araştırma için en modern dalgıç elbisesi ve diğer teknik imkanlarla deniz altına inen bir bilim adamımız dibe vardıktan sonra güçlükle hareket ederek, elindeki, suda yazan kalemle notlar almaya başlar… Tam o sırada da mayolu bir vatandaşın denizin dip taraflarında yüzmekte olduğunu görür… Bakar ki, tam Karadenizli tipi. Hayretle ve el işaretiyle adamı yanına çağırır, elindeki özel kalemle özel tahtaya ona şunları yazar; “Ben bu derinlikte mükemmel dalgıç elbiselerimle zor duruyorum, sen mayo ile nasıl duruyorsun?.. Karadenizli vatandaş bilim adamının elindeki kalemi alıp kapar ve aceleyle cevap yazar; “Ne yüzmesi ula, ben bilduğun poğuliirum!.. Üstelik, gittikçe de daha dibe batiirum!) (Fıkra, Hoca’m Haşim Albayrak Üstadımdandı)… Sonra fotoğraf talebi için dönüp; -Haaa bak işte bu büyük mesele? Dedim ben… (Çünkü bu sefer, gerçek bir Temel’le karşı karşıyayım.) -Her türlü sallama stand up’cılık var ama bak işte bi’tek o yok bende... Henüz o kadar meşhur değilim! … -Ama isterseniz imzalı bir kitabımı verebilirim.. Aldığım cevap çok daha bir acayipti; -Heç fotoğrafın yerini dutar mı ula ketap, standartcı??? *** Kahkahayı bastım ortalık yerde!.. Stand ap’cı mıyım, standarcı mı? Yoksa standart normal bir insan mıyım? Ben de karıştırdım artık. “Allah verdi de, iyi ki on beş dakikalık bir gösteri sundum” dedim o an kendi kendime?.. Bu süre, Kaymakam Bey’in de dediği gibi şayet bir saat on beş dakika olsaydı ben ne yapardım?.. Düşünsenize? Olabilecek o muazzam izdihamdan, fotoğraf çekinmelerden-imza atmalara, hayranlarımla öpüşüp-koklaşıp bir türlü vedalaşıp ayrılamamalara kadar… Yıldız olmak zor iş, dostlar… Bu işlerse bizim harcımız değil… Biz hikayeciyiz. Sadece, çok kadim bir şehrin; naçizane bir kalemle, hikayelerinin ve aslında mucize insanlarının peşindeyiz. Bence öyle kalalım. *** Dönüş yolunda; bu konuda o günden yıllar sonra asıl benden çok çok ünlü olacak, bu mesleği bir sanat olarak icra edip ulusal ödüller kazanacak, yaptığı skeçler, videolar izlenme rekorları kıracak kadar başarılı olan çok kıymetlimiz, bizim “Bizim Kız” Nurşen çok güldü halime… Fakat Nurşen’den de hersimi aldım ben yıllar sonra. Çünkü yıllardır; izledikçe her videosunda “ben ona gülüyorum.” Başarıların daim olsun canım arkadaşım, değerli kalemdaşım, dostum, yol arkadaşım… Ee, ne demiş zaten Paul Auster amcamız? Doğru insan, Yanlış zaman. Doğru zaman, Yanlış insan... İşte hayat böyle Oyunlar oynar her zaman. Güneş teninizi yakmasın… Yağmur canınızı acıtmasın. Bu öyküyü okuyan gözlerinize yaş, ellerinize taş, o güzel yüreklerinize telaş değmesin. - S O N -