BİR SEVDA MASALI (2)
BİR SEVDA MASALI (2)
Sanki bir rüyayı andırır, sanki bir mucize gibi, sanki bütün iyilik ve güzellik perilerinin onların yanında olduğu ve masalımsı birkaç gün yaşadı işte böylece Sevda ile Halil…
Sanki bir rüyayı andırır, sanki bir mucize gibi, sanki bütün iyilik ve güzellik perilerinin onların yanında olduğu ve masalımsı birkaç gün yaşadı işte böylece Sevda ile Halil…
An oldu, çocuklar gibi birbirlerini kovaladılar uçsuz bucaksız bir kumsalda. An oldu el ele ama yüreklerindeki bütün sevgiyi tutuşan ellerinde toplamışçasına ve birbirinden hiç ayırmadan bıkana, yorulana kadar yürüdüler yol-iz ne buldularsa.
An oldu, geçmişlerinden bugünlere gelen ve onları sarsan, yaralayan zamanları yine hatırladılar. Yalnız, bu konuları bir daha hiç açmadan ama gözlerine vuran hüzün ışıklarını artık her ikisinin de anlayacağı ve görebileceği şekilde ve sessizce yaşadılar. Ama bu beraber günler içinde bir an olsun, tek bir zaman olsun birbirlerini kırmadılar, hiç kırılmadılar. Sevgi ve belki de bilinmez bir şefkat örtüsü altından baktılar her an birbirlerine. En ince, en zarif ve en içten davranışlar ve hareketler süsledi, o bir kaç günlük kısa birlikteliklerini. An geldi kucak dolusu sarıldı bu iki aşık. An geldi sanki içlerinden akan çağıl ırmaklarda boğulacak kadar nefessiz kaldıklarını hissettiler. Yaşandı bu en güzel zamanlar; aşkın, sevdanın ve zorla ama sabırla sahip olunmuş mutluluk denizlerinde. Ama her şeyin olduğu gibi bu güzelliklerinde bir sonu vardı. Bilinmedik bir el, günü zamanı geldiğinde indirdi onları bu mutluluklar gemisinden. Şimdi şehirlerarası bir otobüs terminalindeydiler ve rüzgar gibi geçen o kısa mucizeyi bitirecek bir ayrılık otobüsünün Sevda'yı alıp gitmesini bekliyorlardı. "Son bakış" çok uzak değildi artık onlara.
Güneşli ve pırıl pırıl olsa bile iki genç insan için havanın sadece "hüzün" koktuğu bir öğleden sonra vaktiydi. Otogara birlikte geldiler. Zaten yaşayacakları anlar o kadar sınırlı ve azdı ki? Hırsız bir yelkovanın, ona göre daha yavaş olan akrepten kaçarcasına zamanı tükettikleri son saatte bitmişti şimdi. Büyük ve kalabalık otogar o anlarda her ikisine de bir mezar hissi veriyordu sanki? Son beş-on dakikaları olmasına rağmen ikisi de sessizdi. Kimse bir konu açıp da, dünkü, önceki günkü gibi ağız dolusu gülüşlere, sözlere sebep laflara başvurmayacak kadar üzgündü. Sadece o ilk tanıştıkları gün birlikte oturdukları masada hemencecik buluşan elleri hiç ayrılmıyordu. El ele tutuşmuşlardı. Kim bilir belki de söyleyecekleri bütün sözleri artık birbirini hiç bırakmayan bu ellere havale etmişlerdi. Bu düşünceler zihinlerde sürüp giderken, iki sevdalının gözleri yine buluştu. Yalnız bu defa bakışlarda; hüzün, ayrılık ve çaresizlik vardı.
Halil uçakla dönecekti memlekete. Yaklaşık 4 saat sonraydı, Sevda'yı yolculadıktan sonraki uçağı. Ne yapacaktı bu dört saat? Onun elleri olmadan ellerinin yalnız, baktığı yerde de gözlerinin boş ve fersiz olacağı duygusunu çaresizce içinde hissetti. Gerçi o şimdi bu ilk dört saatin hesabını yapıyordu… Peki ya o otobüs yerine, menziline vardığında, o uçak onu memleketine kavuşturduktan sonrası ne olacaktı?
Özlem nedir, hasret, hasretlik nedir, kaybetmek nedir, kaybetmek ama bir daha da o kaybı asla bulamamak nedir; oysa bu sayılanların hepsini de iyi biliyordu. Ellerinin arasından bir sabun köpüğü gibi kayıp gitmiş mutlulukları, dünyalar güzeli ve iyi bir eşi, daha kucağına bile alamamışken cennete yolculadığı minik yavrusunu düşündü Halil... Yine içi burkuldu.
Peki ya şimdi?... Sanki ona bir lütuf, bir büyük teselli olsun diye gönderilmiş ve şu son dakikalarda bile olsa sıkıca ellerini tuttuğu bu yürek yanığı nereye gidiyordu? Hatta onu, bu ayrılığa sebep otobüse bile kendi elleriyle kendisi getirmemiş miydi? Buna neden izin veriyordu? Kızdı kendine Halil... Sonra, bunun zaten çaresizlik içinde ve böyle olacağına kanaat edercesine kaderine kızdı.
Ve zamanı geldiğinde bir otobüs aldı gitti onun esmer ateşini. Evet, bir ateşti o ona göre! Çünkü hem mutsuz, hem yalnız ve hem de karamsarlıklarla örülü yıkık dünyasına bir ateş yakmış, hem de ona duyduğu bu sevgiye o ateş de kayıtsız kalamayarak kısa bir zaman dilimi olsa bile onun yüreğini ısıtmıştı. Gözler etrafına kümelenen hüzün bulutları eşliğinde defalarca ve son kez baktılar birbirlerine. Gözlerdeki o son bakışı nakış nakış, bir daha unutulmasın diye sarıp sarmalayıp kopyalamak ister gibi bir hallerdeydi ikisi de. Bu, el sallanan o son demlere nasip olacakmış. Öyle de oldu. İki tane yürek yanığından geriye, birbirlerine el sallayan hallerde iki çift göz kaldı şimdi artık ... Artık ayrılmışlardı.
***
Karadeniz bütün haşmetiyle, sanki kışın yapacağı fırtınaların habercisiymiş gibiydi o gün… Dalgalıydı, haşindi. Azametli bir duruşu vardı.
Bu görüntünün kıyısında ise genç bir adam çok dalgın, düşünceli, uzakları izliyordu. Yüzündeki umut ışıkları sanki çekilmiş ya da kaybolmuştu. Öyle bakıyordu denize... Onu tanıyanlardan olup göreceklerin, hiç anlam vermeyecekleri kadar kindardı belki de baktığı her şeye. Hayatın ona sunduğu ama her defasında da bir tokattan farksız hayat çizgilerini o uzak ufuklarda izliyor, irdeliyordu belki de?
Belki uzaklarda, çok uzaklarda bir küçük balıkçı teknesindeydi o an içinde? Yanında da ilk eşi, ondan olma ama hiç bir gün onun olamamış kızı vardı belki?... Belki de kim bilir bu teknenin içinde içini yakan, acılarla yoğrulmuş yüreğini dağlayan, onu çok mu çok üzen bir başka kadın?... Bir kuru yaprak buldu yerde, aldı eline. Onu önce en ince tarafından başlayarak, damarlı yerlerini de takip edip soymaya başladı. Sonra bilinmez ama belki de çok içten gelen bir dürtüyle de avuçlarının içinde sıktı, yumurdu onu.
Tepkiliydi hayata. Bu dünyayı ve bu dünyaya yaratılan her şeyi sonsuz bir aşkla seviyor olmasına rağmen, hayatın ona attığı kazıkların hırsını kurumaya ramak kalmış bir yapraktan çıkarıyordu şimdi. Az sonra küçük bir dal parçasını da ufak ufak parçalara böldüğünü ve tükettiğini gördü, elindeki o şey sona varınca… Ardından gayet amaçsız ve rastgele denize bir kaç küçük taş attı.
Günler geçiyordu geçmesine? Her biri de amaç ve görevlerini hiç aksatmadan yapıyorlardı bunu. Ama o birbiri ardına sıralanmış bu günler içinde ne dünü seviyordu artık, nede yarın mutlak gelecek olan yarını. Bu düşüncelerle boğuşuyordu ki; bir ses seslendi ona uzaklardan;
- Halil! Haliiil! Hadi oğlum gel, yemek hazır...
İçinde, sanki yaşamaya dair bir umudun zerre kadar olmadığını anlatır bir tavırla yavaşça kalktı Halil oturduğu yerden. Yürüdü ağır aksak, yavaş adımlarla. Aylar vardı ki bu dünyadan elini ayağını çekmiş hallerde yaşıyordu. Ne o çok sevdiği işi olan babasının dükkanına uğruyor, ne işle ne güçle, kısacası hayatla muhatap olmuyordu artık... Kendisini bir boşluğun içine hapsetmişti ne zamandır. Açılmayan bir kapısı ya da kilitli pencereleri vardı artık onun. Kimselerin ne o kapıları aralamasına, nede biraz olsun derdinden sıkıntısından dem vuracak birkaç sözle de olsa o pencerelerden bakabilmesine izin vermiyordu. Gülmez, konuşmaz, yemez-içmez bir insan olmuştu.
Aslında her şey, o uğursuz tatilden döndükten sonra başlamıştı ailesine göre ise?... Orada ne yaşanmıştı, neler olmuştu kimse tam olarak bilmiyordu. Gerçi ilk döndüğü zamanlardaki o olağanüstü mutlu halleri ev halkının her birini çok sevindirmişti ama?... Bir kadından çok az da olsa bahsetmişti o zamanlar. Ama sonrasında ne olmuştu? Neydi bütün bu dünyadan vazgeçmelere neden olan şey? Kimse bir şey diyemiyordu. Kimseler bir şey bilmiyordu. Bir sır yumağıyla beraber yaşıyorlardı sanki.
O eski Halil'den şimdilerde eser kalmamıştı. Çok nadir, o da artık arada sırada uğradığı dükkanda da artık fazla kalmaz, babasından izin isteyerek eve dönerdi. Artık eskilerde bıraktığı neşeli ve canlı hayatının yerini bir büyük yalnızlık almıştı. Arkadaşlarıyla sadece selamlaşmaktan ibaretti şimdilerde görüşmeleri. Hemen her gün, çok isteksiz ve yine kimselerle konuşmadan gelip sığındığı sahildeki bu yerde gözünü uzun uzun denize dikerdi. Anne ve babasının onunla bütün konuşma çabalarına karşın, büyük bir inadı sürdürerek ve hayata tamamıyla küserek aylarca böyle yaşamıştı. Tamam, eşinin ölümü ve çocuğunu doğar doğmaz kaybetmesi kolay atlatılacak bir yıkım değildi. Ama neden şu epeydir takındığı bu tavrı, bundan bir kaç sene daha önce göstermemişti? Eşinin ve çocuğunun acı kaybına elbette çok üzülmüş, günlerce ağlamış ve elbette kahretmişti kendisini. Fakat bir zaman sonra da kötü yazgısını kabullenmiş, sabır ile bu sınav dünyasında bir sınavdan geçirildiğini anlamıştı. Bu seferki durumsa, başka bir şeydi… Hem de bu, kendisi hariç kimselerin bilmesini istemediği bir şey?
Şimdiyse yaz mevsimi biterken bütün o güzel ve güneşli günlerin ardından yavaş yavaş kış geliyordu. Sonbaharda doğa, ağaçlara giydirdiği emanet örtüleri geri almıştı artık epey. Yaşanılan bu zor zamanlar içinde Halil esmer bir kadına, esmer şiirler yazdı yazdı durdu sürekli. Onu his dünyasının içindeki yenilgilerin en başına koyarak yaptı bunu. Gözlerini Karadeniz'in engin sularına her diktiğinde onu görür gibi oldu. Öyle ya? Nede olsa; kıyısında durduğu denizde karaydı, onun bahtı da, talihi de. En son bir ateş yakmıştı bir esmer kadın... Söndürmeyi mi unutmuştu, son ayrıldıklarından beri, onu bir kez olsun daha aramayı mı? Bilemiyordu… Oysa yine onun yakacağı bir yangının, isine bile bulanmaya o kadar muhtaçtı ki? Ellere düşmeye razıydı onunla? Dillere düşmeye razı!
Ellere düşsem seninle…
Yetmesem,
Yetinmesem...
Dillere düşsem.
Kem gözlere nazar boncuğum yok!
Şom ağızlara acı biberim,
Her şeye boyun eğip
Diline düşsem laf ebelerinin.
Bir yanım sana koşar her gün
Çocuksu tarafım evde kalır.
Bir düş beni sana getirir, çok sonra... Tertemiz
Sen yitersin bilinmez girdaplarda
İçimdeki çocuk utanır,
Sebepsiz.
Yeşil salkımım sürür yerlerde
Mor eriğin çividi garip?
Bağbani evlerim senle yıkılır
An gelir, annem "huuu" der çocukluğuma
Sonra göynüm çoban ateşi olur da
Karşı dağlara senin yangının yakılır.
Laf çıtlatır ince dal, konuşur yanan budak.
Gel sevdalım yollardan
Gel upuzak,
Gel de bak!
Kafuri bir renkle sevdim seni
Kafur ağacı şahittir buna... Her zaman
İnada dedikodumuzu yapıyor
Ama sen ekleşme ona,
Uzakta oynaşan duman.
Bir esmerce dumana döndü hasretin.
Bense...
Meyilliyim isine bulanmaya.
Şiirlere bulandı Halil, Sevda'nın yokluğunda. Bir sevda masalının böylesi ucuz ve böylesi acı bitmesini hiç bir an kendine yediremedi. "Bir insan bu kadar tez unutamaz!" cümlesi yer etmişti artık zihninde. "Bir insan böylesi vefasız olamaz!” Düşüncesi de öyle... Neden böyle bir şey yapmıştı Sevda? Yaşanılan bu kadar güzel zamanlardan sonra ki eğer bu bir oyunsa, bir oyun bile nasıl böyle bitebilirdi? Onu bir otobüs terminalinden yolculadıktan sonra kendisi havaalanının yolunu tutmuştu oysa? O gün; havada kaldığı saatlerin sonrasının gece geç saatler olmasından dolayı da inişte onu kasten aramamış, sevdiği kadını gece rahatsız etmektense yarını beklemeyi uygun bulmuştu oysa?
Yarınki gün aranılan fakat sürekli kapalı olan bir telefonla da haberleşme imkanı olmamıştı. Aranmayı beklenen zamanlar da, günler geçtiği halde vefasız kalınca, Halil anlamıştı her şeyi; “Sakın ola arama e mi? Arama da, izin verme bu sevda masalına? Arama da, nihayetinde ne sen gelin ol ne ben güveyi?” diye söylendi yine içinden… Ve en son nihai kararını çok kısık bir sesle, ama sanki birileri duymasın diye sessizce söylendi;
- Anladım seni?... Sen de yalanmışsın!
Kağıdı kalemi elinin altındaydı o anlarda. Bir küçük şiir daha yazdı, içinden geçenlerle;
...
hem;
sen mi yar olacaktın?
bu,
kendi peşini bile bırakmış delibaş gönle?...
özlemek için sevdim ben seni:
"kavuşmak ne haddime?"
(Devam Edecek)