Havalanıyorlar engin ufkundan denizin,
Uçuyorlar yorgun kanatlarını çırparak.
Umuda tutunmuşlar yükselirken kesin
Kilitlenmişler sılaya gece demeksizin.
Yağmur, rüzgâr, alaca kanlık, kara bulut
Sararken gökyüzünü uçuyorlar artarak
Doluyor küçük kalplerine yeşeren umut,
Söylenmez onlara yolunu ter ket ya da umut.
Sıla yolları olsa da çok çetin ve uzak
Gidiyorlardı kapkara bulutları aşarak
Ne bir bat ne bir engel tanıyorlar ne de tuzak
Koşuyorlar altlarında var sanki bir kısrak.
Karanlığın ufkunda belirince bir yıldız
Fırtınalar olur onlara sadece ırak.
Çobanyıldızı kalınca gökyüzünde yalnız
Derler sabah oldu şimdi sılaya yakınız.
Sessiz aydınlığında sabahın iner sel, sel
Bıldırcınlar bulutlu gökyüzünden akarak
Dokunmaz onlara ne bir doğan ne bir el
Dinlenirler tarlalarda eserken karayel.
Altına, 15.08.2020 Edincik notu düşüp imzalanarak “Bıldırcınlar” adlı şiirini bana göndermek inceliğini göstermişti, rahmetli Aydın Karaahmetoğlu hocam. Telefonla ya da Görele'ye geldiğinde şiirle ilgili görüş ve düşüncelerini benimle paylaşırdı. Özellikle etkilendiği Fransız sembolik şiiri ve şairleri ile ilgili çalışmalar yaptığını anlatırdı. Baudelaire, Mallerme ve Rimbaud'un şiirlerinden bölümler okurdu.
Birikimli, donanımlı bir öğretmendi. İyi bir dost, iyi bir insandı. Sıcakkanlıydı. Hoşsohbetti. İlgiyi üzerine çeken ve bundan hoşlanan iyi bir anlatıcıydı. Yaşadığı, etkilendiği, tanık olduğu bir durumu ya da olayı heyecan katarak, nüktelerle perçinleyerek eskilerin “kıssadan hisse çıkarmak” derdikleri tarzda anlatırdı. Ne var ki erken veda etti sevenlerine, dostlarına, arkadaşlarına. Aldı başını gitti sessizce…
Aydın hoca, çocukluğunun, delikanlılığının hatta gençliğinin geçtiği Görele'yi çok severdi. Bir yanı gurbetti, diğer yanı sılaydı. Ortamını bulduğunda ya da yeri geldiğinde dağarcığından çıkardığı Görele ile ilgili ilginç anılarını bir meddah ustalığında anlatırdı… Bu anılarından biri de bıldırcınlar! Yani güz günleri… Gençlik yıllarında tanık olduğu bıldırcın avına çıkan, onlarca bıldırcını tuzağa düşürerek yakalayıp dar tahta kafeslere üst üste tıkıp pazarda satan merhametsiz insanlardan çok rahatsızlık duyduğunu her vesile ile dile getirirdi. Bu çirkin manzara karşısında duyduğu üzüntüyü merhamet duygularıyla ördüğü “Bıldırcınlar” adlı şiirde dile getirmiş.
Dallardaki fındıklar iç bağlayıp toplanma aşamasına geldiğinde tiz sesli cırcır böcekleri gün boyu biteviye ötmeye başlar. Fındıklar döşürülüp, harmanlanıp, kurutulunca cırcır böcekleri dut yemiş bülbül gibi susardı. İş güç derken telaşlı geçerdi yazın son günleri. Küçük ayeser başladı mı güz geldi demekti. Ardından büyük ayeser gelirdi. Birkaç gün süren bu günlerde, sert rüzgârlar eser, gök gürler, saatlerce yağmur yağardı. Toprak suya kayar, dereler coşardı… Halk, bu günlere “bıldırcın fırtınası” derdi. Bu fırtınalı günlerde Karadeniz'i aşarak gelen yorgun bıldırcınlar birer ikişer tarlalara, bahçelere düşerdi. Fırtına sonrası palamut ve hamsi sezonu açılırdı. Yani bir anlamda güz bereket ve bolluk demekti.
Ortaokula gittiğim yıllarda, geceleri bir elinde lüks lambası diğer elinde kepçe bıldırcın avına çıkan insanları anımsıyorum. Kanatları ıslanmış yorgun bıldırcınlar otların arasında kendini saklardı. Lüks lambasının parlak ışığı bıldırcınları ele verirdi, başlarına geçen fileli kepçe ile yakalanır, torbalara doldurulurlardı… Eti için avlanırdı bu sevimli göçmen kuşlar. İçim sızlardı, üzülürdüm. Bu yetmezmiş gibi bir de deniz kıyısındaki koylara baştanbaşa balık ağları çekilerek topluca karaya uçan bıldırcınlar yakalanır, kafeslere doldurulup pazarda satılırdı. Hâlâ o günlerin ezikliği içinde çarpar kalbim. Nihayet bıldırcın avı yasaklandı. Artık böyle hoş olmayan manzaralar yok! Artık kimse bu masum kuşlara kıymıyor.
O sisli, çiseli, dumanlı, yağmurlu günlerde tanık olduğum bıldırcın avcılarını ve bıldırcınları anımsadığımda Leyla vü Mecnun mesnevisinde yer alan tuzağa düşmüş ceylanı anlatan dokunaklı dizeleri gelir usuma:
Gördü ki bir avcı dam kurmuş
Damına gazaller yüz urmuş.
Bir ahu esir-i damı olmuş
Kan yaşı kara gözüne dolmuş.
Boynu burulu, ayağı, bağlu
Şehla gözü nemli, canı yaralı.
Ahvaline rahm kıldı. Mecnun
Bakdı ana döktü eşk-i gülgün
Gönlüne katı gelüp bu bidad
Yumşak yumşak dedi ki sayyad
Rahmeyle bu müşk-bû gazale
Rahmetmez mi kişi bu hale.
Tuzak, cana kıyan zalim avcı; masum, sevimli ceylan! Böyle bir olay karşısında hangi yürek duyarsız kalabilir? Hangi insanın içi sızlamaz? Hangi insan üzülmez eski dille söylersek “bu hale rahm etmez”… İster ceylan olsun, ister bıldırcın ister diğer av hayvanları… Vurulun, tora, tuzağa düşürülen her canlı beni üzer, incitir; hüzünlendirir, kederlendirir…
Aydın hocanın şiirinde yer alan dizeler, beni, halesine çeker. Yorgun kanatlarını çırparak sılaya ulaşmak için uçan bıldırcınlar, küçük kalplerinde yeşeren umutla kapkara bulutları aşarak yol alırlar. Sabahın sesiz aydınlığında otlara, çimenlere, tarlalara iner. Umut, özlem ve merhamet duyguları ile çerçevelenmiş bir tablo-şiir, bu. Şiirin son iki dizesi oldukça duygusal ve etkileyici: Dokunmaz onlara ne bir doğan ne bir el / Dinlenirler tarlalarda eserken karayel.
Bugün böyle. Kimse bıldırcınlara dokunmuyor. Keşke benim gençlik yıllarımda da böyle olsaydı. Bu masum göçmen kuşlara hiçbir el dokunmasaydı. Göç yollarında korkusuzca, rahatça, özgürce kanat çırpsalardı…
Yine güz mevsimindeyiz. Yine ayeser ya da halk diliyle bıldırcın fırtınaları… Havalar soğuyor, günler sisli, dumanlı, yağmurlu geçiyor. Bu günler, Aydın hocam gibi beni de ortaokul yıllarıma götürüyor. Dışarda yağmur yağıyor, içimde anılar… Hocamın şiirini bir kez, bir kez daha okuyorum. Bıldırcınları düşünüyorum. Daha doğrusu umudu düşünüyorum. Hangimizin gerçekleştirmek istediği hayalleri yok ki? Hangimizin umudu yok ki? Hangimiz geleceğimizi daha güzel, daha aydınlık görmek istemez ki?
Bu şiir beni Yahya Kemal'in “Deniz Türküsü” şiirinin son iki dizesine götürüyor: Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!… / İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar. Bıldırcın bir simge! Senin, benim, bizim hepimizin simgesi. Hangimiz umutsuz, hayalsiz yaşayabiliriz ki?