"Kahpe felek değirmenin döndü mü?
Bağın bahçen sular ile doldu mu?
Ben yaparım sen yıkarsın bendimi
Döne döne nöbet bize geldi mi?"
Mustafa Kazanova/Konya
Sabah sabah telefonuma bir ileti geldi.
Açıp baktığımda, 1980'li yıllarda Alucra'da öğretmen olarak birlikte çalıştığımız Zeki Köse'den geliyordu.
İleti Volkan Köşe'nin telefon numarası idi.
Zeki ile ortak bir arkadaşımızın telefonu olmalı, diye düşündüm ama benim Volkan Köşe diye bir arkadaşım yoktu.
Bir anlam vermemiştim.
Durumu öğrenmek için, Zeki'yi arayıp, gönderdiği telefonun ne anlama geldiğini sordum.
Abisinin telefonuymuş, Şükrü Doğan'a gönderiyorum, diye bana göndermiş.
Sesi iyi gelmiyordu...
Şükrü, iki gün önce annemi kaybettim, üzüntüden ne yaptığımı bilemiyorum, kusura bakma, dedi.
Baş sağlığı dinledikten sonra, sözü fazla uzatmadan, izin alarak telefonu kapattım.
Zeki'yi görmeyeli 36-37 yıl olmuştu.
Neredeyse yarım yüzyıl...
O eski günleri düşünürken, telefon yeniden çalmaya başladı.
Vatsaptan aranıyordum.
Açtım; Zeki arıyordu, yine yanlış aramıştı.
Kusura bakma Şükrü, bugün bende bir terslik var, yine Şükrü Doğan'ı ararken seni aramışım, dedi.
Kısa bir sohbetten sonra telefonu kapattık.
Daha sonra, Alucra'dan ortak arkadaşımız olan Hüseyin Tekten'i arayıp, Zeki'nin anası ölmüş, haberin var mı, diye sordum.
Kozan'da anamın yanındaydım, orada aldım haberi.
Mersin'e yakın olduğum için, ziyaret edip, başsağlığı da diledim, dedi.
Yapılacak birşey yoktu...
Zeki Köse resim, Hüseyin Tekten fen öğretmeniydi.
Zeki'nin ilk görev yeri olmasına karşın Hüseyin'le ben Alucra'ya sürgün gelmiştik...
Bir de Burdur'lu matematik öğretmeni Ali Gürgen vardı, onun da ilk görev yeriydi.
Üçü de çok değerli arkadaşlardı...
Alevi, solcu, kominist olarak bilinseler de öbür öğretmenlerden daha çok sevilirlerdi...
Asıl zorumuza giden de; namazında niyazında olan, ağzına alkol sürmeyen Hüseyin Tekten'i de alevi, solcu, kominist, diye suçlamalarıydı.
Hiç değişmeyen toplumsal bir hastalığımız...
Her yıl nelere mal oluyor kimbilir?!.
Düzelir mi?
Zor ama yine de umutsuz olmamak gerek, diyelim.
O zamanlar iktidarda ANAP vardı, başbakan da Turgut Özal'dı.
Zeki'nin dayısı da Özal'ın avukatı idi.
Zeki'nin Türkiye'nin koşulları en kötü yerlerinden birinde görev yaptığını öğrenince, gücünü kullanıp, atamasını iyi bir yerlere yaptırmak istemiş.
Zekiye haber vermeden de bazı girişimlerde bulunmuş.
Durum Zeki'ye iletilince, o da gerek yok, ben Alucra'dan memnunum, diye haber göndermiş dayısına.
Bir akşam, evde otururken, kapı çalındı.
Gelen Kaymakam'ın odacısıydı.
Ankara'dan talimat gelmiş, kaymakam Zeki hocamı istiyor, dedi.
Zeki, atama işi olduğunu anlamıştı.
Odacıya, hadi sen git, bu saatte bir yere gidemem, ben yarın kaymakamla görüşürüm, dedi.
Odacı ısrar etse de Zeki'nin kararı değişmedi...
Odacı gittikten sonra, Zeki dayına karşı ayıp olur, dedikse de, ben burada mutluyum, sizleri ve öğrencilerimi burada bırakıp gideceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz; benim adım Zeki Köse, dedi.
Daha sonraki günlerde de yapılan bütün ısrarlara karşın, kararını değiştirmedi ve o eğitim öğretim yılında Alucra'da kaldı.
Ayrıca babası da ilköğretim müfettişiydi...
İstese, istediği ile, istediği okula atamasını yaptırabilir hatta istediği okula müdür olabilirdi.
İstemedi...
Onun bu ilkeli davranışı, bizim için, büyük bir insanlık dersiydi...
Zeki'yi tanımadan önce, böyle idealist insanların, ancak romanlarda ve sinema filmlerinde olacağını sanıyordum...
Meğer yanılıyormuşum...
Yazıyı, Zeki'nin öğrencileriyle birlikte hazırladığı bir yılbaşı kartpostalının altına yazdığı, "BEN BİR İNSAN ADAYIYIM" cümlesi ile bitirmek istiyorum.
Keşke, her birimiz birer insan adayı olabilsek!